1 Temmuz 2025 Salı 22:10:06
  • Anahtar teslimi proje ve dekorasyon,
     
  • Konut, ofis, otel, sağlık yapıları, alışveriş merkezleri, eğitim yapıları, kültür yapıları, spor tesisleri, ulaşım yapıları mimari projeleri,
     
  • Restorasyon, renovasyon, rekonstrüksiyon projeleri ve uygulamaları,
     
  • İnşaat taahhüt işleri,
     
  • Mobilya tasarım ve uygulama hizmetleri,
     
  • Ahşap seri ürünler ve ahşap dekorasyon elemanları ve taahhüdü,
     
  • Proje geliştirme ve uygulama,
     
  • Kontrolluk ve danışmanlık hizmetleri
     
SİZDEN BANA BENDEN SİZE

KİMLİKLER

 Kimlik...

Kim?

Kim’im, kim değilim?

Kimiz, kim değiliz?

Bu soruyu günlük yaşantımızda kendimize sormayı hep isterken,  karşımızdakine sormaya da çekiniriz.

Hallacı Mansur öldürülürken bile gülmüş.

Ona, “ Deli misin niye gülüyorsun?“ diye sordukların da… :

“ Tanrı olduğumu söylediğim için,  beni cezalandırmak istiyorsunuz.

  Siz başka bir şeyi öldürüyorsunuz...  O zaman beni cezalandırın...

  Fakat neden bu bedeni cezalandırıyorsunuz?

  Bu zavallı bedenin suçu ne?  Bu durum suç işlediği için, o insanın evini cezalandırmaya benziyor.

  Buna gülüyorum. “ demiş...

Kim?

Kimsin, kim değilsin?

Bu soruyu yeni tanıştıklarımıza, tanıdık, tanımadık herkese ve herkes için sormayı ister, genellikle sormaya çekiniriz.

Tanımadıklarımızın bile özel yaşantılarını, hoş ne kadar özel olduğu da tartışılır ya, görsel ve yazılı medyadan takip etmiyor muyuz?

Kimlik, ansiklopedik olarak, kişi olarak beni, gurup olarak bizi, kimseye benzemez yapan şey;

Yani, kişiyi; bütün öteki kişilerden ayıran, ruhsal ve bilinçsel, zihinsel özelliklerinin tümü.

Kimlik varlığın ifadesi.

Kısmen doğmadan var olan ile sonrasında oluşan tüm özelliklerimiz, her şeye, iyiye de, kötüye de uyum sağlama olanağı sınırsız olan bizlerin kimliğimizi belirliyor.

Çoğumuz yaşamımızda hep maske takarak yaşarız...

An be an hangi maskeyi takacağımızı da düşünürüz.

İş hayatında ciddi, kararlı; özel hayatında neşeli, canlı vs vs...

İnsanların çoğunun iş, aile ve dost toplantılarında bile pardösülerini, paltolarını çıkartıp, mecburen, erdem maskelerini taktıklarını, toplantı bitince, askıya erdem maskelerini asıp, palto veya pardösülerini giyip gittiklerini fark ediyoruz…

Ama bizler de, zaman zaman, şu veya bu nedenle, hatta bazen iyi niyetle maske takıyor muyuz? Maske ile kimliğimiz ne derece iç içe?

Maske taktığımızı fark ettiğimiz anda, maske düşmeye başlar mı acaba?

Nasip olması ve fark etmemiz gereken bunlar mıdır acaba?

Maske devamlı yapışık kalır da, maskeler yüzümüz olur da, maske ile gerçek yüzün arasındaki mesafe kaybolmaya başlayınca, o erdem maskesinin hasletlerini benimser miyiz?

Bir bilge,  başka bir bilgeyle sohbet ederken, paylaşmış:

“Aklımda arada bir şimşek hızıyla çakan, bir şeyin var olduğunu fark ediyorum; ama bunun ne olduğunu algılayamıyorum...

Yalnız bana öyle geliyor ki, eğer onun ne olduğunu tam olarak anlayabilsem,  tüm hakikati kavrayabileceğim.“

Sanki su yatağını tıkayan,  gizli bir tıkacı bulup çıkarıvermek gibi bir şey bu...

“Seni, diğerlerinden farksız yapmaya, bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!” demiş Cummings.

Kendin olarak kalabilmek deyişine, dikkatinizi çekiyorum... Kendimizi, kendi içimizden, özümüzden başka bir yerde bulamayız. Asıl güzellik kendi içimizde gelişmelidir. Sevmeyi bildiğin ölçüde, sevilebilirsin. Ziyafetin lezzeti, yemeğinin ilk kaşığındadır... Hepimiz sevgi ve yaratıcılık ile gelişmek, içsel doğamızı keşfetmek isteriz; ama çok zorlanırız ve genelde başaramayız.

Hepimiz kendi yarattığımız hapishanelerde yaşıyoruz. Koşullandırılmış insan masum değildir, şartlandırılmıştır.

Bir şeyi etiketlediğinde onu değil, etiketini görürsün... Bizler de etiketleniyoruz zaten.

Kimlikle ilişkimiz gen ve DNA’mız ile daha doğmadan başlıyor. Ve de bize cinsiyetimize göre, pembe veya mavi kimlikler hazırlanıyor ve nüfus cüzdanımızla, dinimiz de belirleniyor.

Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz, o da size gülümser.

En çok da ufak çocuklar gülümser. Ufak bir çocuk sözüne, dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu sözdeki ufak bir çocuk; bana daha henüz din, dil gibi aidiyetleri oluşmamış, yani bir ölçüde egoları minimumda ki, kendi olarak kalabilmiş insanı düşündürüyor. Bir bebek, kendine kimlik verildiğinden habersiz, art niyeti olmadan, kimin kendisine yakın olduğunu hisseder.

Tuhaftır ki, bebekler bir kimlikleri oluşmuş büyüğün yaşayamadığı doğallığı yaşar.

Doğarken kimliğinin, yakın çevresi ve toplum öğretene kadar, cinsinin, cinsiyetinin, farkında olmayan çocuk, zamanla her şeye uyum sağlıyor.

Kendi kimliklerinizi düşünün, ne kadarı size uygun?

Bugün doğmadan cinsiyetini belirlenen çocuğa, doğmadan isim veriliyor.

O ailenin çocuğu, şunun tesadüfî kardeşi, şu okulun öğrencisi, şu meslek sahibi, şunun kocası, bunun ebeveyni, onun dedesi, ninesi… Mesleği şu, şu işi bilir, yapar vs vs vs gibi sayısız kimlikler, etiketleri oluyor.

“Beni annem ile babam mı çocukları olarak bu dünyaya getirdiler?  Yoksa bu oluşumla ben mi onları anne, baba yaptım?”

Kimliğimizi sorgularken, kimliğimizi oluşturan; toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulların tümünü beraber ele almalıyız.

Hepimiz, dönem dönem, kimliğimizi sorgulamadık mı?

Kendini ele geçirememiş olan bizler, dünyayı ele geçirsek ne olur?

Bizlerin yaşamımızda değerini en çok bilemediğimiz şey, gözlerimizin önündekilerdir.

Sanki biz, kendimiz aramıyormuşuz gibi, şu veya bu, kimlik arayışında demez miyiz?

İnsan kendinle kalabildiğinde, vicdanının sesini dinlerken, ne kadar çok şeyi birden anlıyordu.

Harici sessizliğin gücündendi bu.

Bir insanın kendini keşfi, dünyadaki en büyük keşiftir.

Bu keşfi Platon: “Bu, yalnızın yalnıza uçuşudur.” diye tanımlamış.

Kimlik, insanın zamanın içindeki incelişinde, onu dünyaya bağlayan ayna…

Şimdi aynamızı ve kendimizi de temizleme çabasında olmalıyız! Bak aynaya, ama aynanın sırrı da mükemmel olmalı.

Konuşmayı, düşünmeyi bırakıyorum diyebiliyor muyuz? En büyük acı şudur ki, sevdiğimizi göstermeye çekiniyor; sevildiğimizi dahi görmüyoruz.

Kimliğimiz; bir açıdan da hepimizin, bir diğer insanın ya da gurubun bazı özelliklerini ve inançlarını, kendi ego yapımızı da katarak, kişiliğimizin bir parçası durumuna getirmesidir.

“Kim? Ali veya Veli kim?” sorusunu sorduğumda, Ali’yi veya Veli’yi gerçekten iyi tanıtabilmem için, önce dışını, sonra, özünü yani içini anlatabilmem lazım.

Önce, dıştaki olayları içimize alıp sonrasında ise içsel olaylarımızı dış dünyaya mal etmez miyiz? Hepimiz erdemli kişiler olmaya çalışırız. Erdem nedir? Herkesin bizi iyi, terbiyeli, insan sevgisi ile dolu sanması sadece.

Doğaya karşı saygı duysak biraz, bitkileri izlesek, hayvanlar üzerine yapılmış birkaç film izlesek de, nasıl bir yaşam savaşı veriyorlar görsek. Ama mecbur olmadıklarında nasıl barış içinde yaşadıklarını…

Bizler; yeterince akıl ve hikmet sahibi değilsek, duygu, gönül yani soyut varlığımızın farkında olmadan ve değerlendirmeden, toplumsal ilişkilere sorgu sualsiz uymaz mıyız?

Düşünün bir kez, ömrünüzün her günü aynı şeyleri tekrarlamadığınız bir hayat hayal edebiliyor musunuz? Örneğin: hepimiz sadece karnımız acıktığında yemek yeseydik lokantaların hali ne olurdu? Kahvaltı ediyoruz, öğlen ve akşam yemeğini yiyoruz. Her gün belli bir saatte kalkıyoruz, haftanın belirli gününde dinleniyoruz.

Bize önerilen günlerde birbirimize hediyeler alıyoruz, belli günlerde, bayram vs gibi, tatil yapıyoruz.

Kişi kendi gerçekliğini yarattığını sanır. Ama gerçeklik, çoğunluk ne diyorsa odur. En iyisidir ya da en doğrusudur anlamına gelmez. Kişi, toplumun bir bütün olarak istediklerini en yakından karşılayandır.

Örneğin giydiğim takım elbise, taktığım şu kravat. Oysa biri kravatın saçma sapan, yararsız renkli bir bez parçası olup, çok karmaşık bir şekilde bağlandığını, ciğerlerime hava gitmesini ve kafamı çevirmemi zorlaştırdığını söyleyebilir. Yalan da değil. Ama biz buna alıştık. Rahatsız olmuyoruz ve hatta gerekli görüyoruz. Biri bana bu kravatın ne işe yaradığını soracak olsa ister istemez hiçbir şey demek zorundayım. Hâlbuki günümüzde cesaretin, gücün, üstünlüğün simgesi haline geldi. Tek yararlı işlevi, eve gidip de çıkardığınızda duyduğunuz rahatlama...

İnsanlar ortak değerlerin dışına çıkamaz oldular. Tüm enerjilerini çevrelerine duvar örmeye harcadılar. Beni dört bir yandan çevreleyen toplumsal kurallar karşısında, dolduramadığım bir boşluk açılmaktadır. Bu büyük boşluk sadece yaşam tarzımdaki değişikliklere değil, algılamamın da sapmasına sebep oluyor.

Dayanılmaz ölçüde zorlaşan yaşamı düşünelim. Bu zorluğun kaynağı aslında karmaşa, kaos, anarşi falan değil, aşırıya kaçan ve bana ait olmayan düzenlilik.

Montesquieu’nun dediği gibi: “Mutluluk varacağımız bir istasyon değil, bir yolculuk şeklidir.”

Daima yeni kurallar enjekte ediliyor. Bana göre yasalar sorunları çözmek için değil, çelişkileri mümkün olduğu kadar uzatmak için yapılıyor. Bugün buna algılama değil, yorum sanatı deniyor.

Düşünce; hepimizin duygusallığımıza, bir anlamda soyut varlığımıza karşı; kendi geliştirdiğimiz, bize öğretilen etkili bir korunma aracı durumuna gelmiştir.

Kaçımız duygularımızı, düşüncelerimiz ile ifade edebiliyoruz?

Ve düşüncelerimizi duygularımızdan kaçmak için kullanmıyor muyuz?

Günümüzde birçoğumuz, bir araya geldiğimizde, duygularımızı yaşayacağımız yerde; yönlendirildiğimiz gibi sanat, siyaset, spor ve başka konulardan söz ederek ilişki kurarız. Toplumsal ve etik değer yargılarımızı, hep yanımızda taşımaya alışık olduğumuzdan, zihnin ötesine geçmediğimiz takdirde bilincin ne olduğunu bilemeyiz. Zihinlerimizin çok fazla bilgi biriktirme yeteneği var, bilgisayarlar gibi.

Hazmedilmeyen bilgiyi toplamak, hafızaya kaydetmekten başka bir şey değildir. Bir bilgisayar da bunu yapabilir. Zihin de bilgisayarlar gibi sadece bilgi ister, duygusallığa yer yoktur. Aksi takdirde kendini kilitler. Zihinlerimiz, alıştığımız şeyleri yani kayıtlı olanları tekrarlar. Çoğumuz, genelde kişisel veya toplumsal alışkanlıklar ve menfaatlerle yaşıyoruz, bilinçle değil. Her zaman yaşanmışa göre, alışkanlıklarımıza göre düşünür, ona göre karşılık veririz. Sadece yaşanmışa göre düşündüğümüzde duygusuzca, bazen de cahilce davranırız. Cehalet, ışığa uçan pervanelere benzer. Bilinçsizce ışığın kaynağına çok yaklaşınca, onların sonu olur, yanarlar.

Kaya bloklarından keskiyle insan yapılırken, insana çok acı vermiş. Ama en kötüsü ilk darbeymiş. Ama bu acılar, sonra ki mutluluğun parçası. Bu bir anlaşma. Acı çekmek sadece bir hiç… Deneyler, acımasız öğretmen, keskin darbeler gibi, yalnız olmadığımızı bilmek için.

İnandığında bir şey öğreniyorsun. Zihin acı çeker, beden haykırır. İki seçeneğimiz var: Ya zihnimizi denetleyeceğiz ya da zihnimizin bizi denetlemesine izin vereceğiz. İkincisine alışığız zaten, korkular, nevrozlar, güvensizlikler içinde savrulup gidiyoruz.

Gece uyandığımızda, bazen endişelerimiz yok mu? Gelecek endişesi? Sevildim mi? Sevdim mi? Geçmiş ile mutlu, gelecekten umutlu olabiliyor muyuz?

Bilgeliğin en temel farkındalığı kaderi kabullenme, yani teslimiyettir.

Bazılarında özlemde huzur, bazılarında korku, spritüel yolun tarzı…

Tüm olaylar bize yüksek farkındalıkları yerleştirmek için vesile.

Şimdiki zaman her zaman kısadır. İnsanlar, bir sürü şey biriktirdikleri bir geçmişleri ve daha bir sürü şey biriktirecekleri bir gelecekleri olduğuna inanırlar. An’ı yaşamak nerede?

Kendimiz olduğumuz anları unutmak, kendimizi başkası sandığımız anları hatırlamak isteriz. Kendimize haz alacağımız şeyler yaratmaya çalışırız. Ama çok azımız onun başında beklemeyi biliriz.

Aç birinin iyi bir yemeğin tadını almasının neredeyse imkânsız olduğunu, yemeğin gerçek lezzetini fark edebilmek için biraz doymuşluk gerektiğini öğrenmemiz lazım.

Gelecek ile yalnızlık arasında bir bağ var gibi geliyor bana. İnsan yalnızken geleceği düşünüyor ve geleceği düşünmek insanı yalnızlaştırıyor.

Endişelerimiz ile tehlikedeyken neyi kaybederiz? Kontrolümüzü mü, özgürlüğümüzü mü? Hayallerimizi mi?

Hayallerimiz de hem kontrol, hem özgürlük var. Hatıralarımız olsun; ama hayallerimiz de.

Uğruna ömrümüzü ortaya koyduğumuz şeye, ömrümüz içinde ulaşmak isteriz. Ama zamanı gelmemiş inancın yükünü taşıyamayız.

Geçmişimle mutlu; ama geleceğimden umutlu olmalıyım.

Bilgin olmamız, bilge olmamızı sağlamaz. Çok şey bilebiliriz, çok şey okumuş olabiliriz, ama ne için?

Tüm bunları kendimiz için, kendi hırsımız için edinmiş olabilir miyiz?

Bildiklerimizde sevgi eksikse, erdem eksikse; bildiklerimizi kendimiz için biliyorsak yalnızca; bu yüzden de hiçbir yere akmayan, ulaşmayan, hiçbir şeye dönüşmeyen bir şeyse bildiklerimiz, kendimizde birikip ve kendimizi boğar mı?

Aramanın, bulmakla bir olduğunu sanabiliriz.

Uçmak nedir diye sormuşlar kuşa... Evrenin içinde dolaşmak, her şeyi görmek, özümsemektir diye cevaplamış.

Sonra da eklemiş; “Ama uçmaktan daha önemlisi, doğru yerlere konmaktır.” demiş.

İnsanlar da kuşlar gibidir...

Uçarlar yaşamın içinde, ama en mutlu anları, doğru yerlere kondukları andır...

Gelin, Özdemir Asaf ustanın Yalnızlıklar Paylaşılmaz adlı kitabından bir şiirini hatırlayalım:

Hiç kimsenin kafesine,

Koyamayacağı bir kuş.

Kaçmasını öylesine,

Uçmasını böylesine,

Unutmuş.

Bir insan sesine,

Gelip konmuş.

Uçmak bir felsefeyse eğer, doğru yere konmak akıldır, hikmettir.

Takma kanat ile fazla uçamazsınız. Uçsanız da doğru yere konamazsınız.

Her birimiz tek kanadı olan meleğiz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz.

Yaşamını yalnızca ihtiras üzerine kuran kişiler için amaç nedir? Amaç sürekli değişir. Bu kişiler kendilerine söz geçirememiştir. Güçleri, güçsüzlüklerini gizler.

Bazı insanlar, insanlarla münasebetlerinde yalnız maddi veya manevi kazanç getireceğini umduklarını seçerler. Böylece farkında bile olmadan, salt kendisini veya karşısındakini tatmin eden dalkavukça yalanları işitmeye ve söylemeye yönlenirler. Fakat düzenli ve sinsi birlikteliğin (kendi kendilerine de) yavaş yavaş damarlarına nasıl girebildiğini de fark edemezler.

Dalkavukluk ne kadar tehlikeli olsa da, onu iyi karşılayanlar ve hoşlananların en büyük zararı kendilerinedir. Bunun içinde, kendi kendine dalkavukluk eden ve kendi kendini beğenen insan, sonuçta doğru söyleyenden hoşlanmaz duruma gelir. Bunda bir erdem anlayışı yoktur; ama birçokları, erdemi elde etmekten çok öyle görünmeyi isterler.

Hobbes göre mutluluk, insan egosunun doyurulmasıdır.

Biri gerçeği duymak istemediği, diğeri de yalana hazır olduğu zaman dostlukta dostluk olmaktan çıkar.

Masum olduğunu iddia ettiğimiz, sorumluluktan kaçtığımız ve işte gene maskelerimiz!

İşte dostluğun çekim kaynağı olan sevgi, saygı ve paylaşma kendiliğinden güç kaybına başlamış olur.

Kutsal kitaplarda bile öğütlenmiş. “Komşunu kendin gibi seveceksin.“ denmiştir. Komşunuz kimdir? Size çok yakın, hatta üst katınızda oturan ya da aynı sokak üzerinde bulunan, her gün yüzünü gördüğünüz, her gün selamlaştığınız dayanışma içinde bulunduğunuz insan değil midir?

Bakmak ile görmek aynı şey değildir. Bütün olayların yaratıcısı realitemizdir. Her birimizin realitesi farklıdır.

Allah’ın en adaletli dağıttığı şey akılmış. Neden mi? Aklından şikâyet edene hiç rastlanmamış. Ama realite için sadece akıl yeterli değil ki.

Herkesin realitesi aynı değil. Zaten yüksek realite de herkese gerekli değil. Doğallığını kaybetmiş, ilköğretimde okuyan bir insan ile yüksek eğitim derslerini konuşabilir misiniz? Herkes realitesi kadar hazmedebilir. Realitesi size uymayan insanla neyi paylaşabilirsiniz? Hele soyuttan bahsediyorsak.

Bazıları için yüksek realiteye geçmede tampon gerekli, hazmedene kadar.

Gerçek ben’in ortaya çıkmasına izin vermemiz gerekli. Yani içimizdeki ben, başkalarının biçimlendirmediği ben, her ne isek.

Yakın çevre ve toplum dediğimizde, bize öğretilen, hatta doğmadan DNA ve genlerimizle bize intikal eden kültür yapımız devreye giriyor... Sosyal bilimciler yıllardır kültür kavramını tanımlamaya çabalıyorlar. Kültürel yapımız bilinçli olarak oluşmadığı için algılananı, görüneni var; ama özü bilinçaltında kalıyor. Gündelik yaşantımızda değerlerimizi, yani özü bilinç düzeyine çıkarmak, özellikle farkına varmakta zorlanıyoruz.

Bizler, ancak ilişkilerimiz içinde var olduğumuzdan, bizlerin düşünebilme, düşündüğünü karşısındakine anlatabilme yeteneği, toplumsal yaşamın temelini oluşturuyor. Bilinçli olmayan kavram kargaşalarımız, çeşitli duygu ve algılarımız ile iç içe geçiyor.

Ulusal kimlik denildiğinde, her koşulda kendilerini ötekilerden son derece üstün gören, sanki tek bir ulusun var olduğunu düşünen insanlar aklıma geliyor... Hiçbir kitap kendi ulusunun dışındaki ulusları bırakın övmeyi, bi taraf bile değerlendirmez.

Dil ve din bizim dışımızda oluşturulan, ana sosyal kimliklerdir... İlk dil biçimlerinin doğuşu ulusların ayrılmasını sağladığına göre, keşke ilk dil biçimleri doğmasaydı da değerlerimiz müşterek olsa idi. Ama bu ayrım artık kaçınılmaz olduğu için, dilin önemine,  beni ben yaptığına, ulusu ulus yaptığına da, kendi ana dilini doğru ve layıkıyla bilen ulusun, kendi değerlerini sahipleneceğine inanıyorum...

Dil insanın kendini yetiştirmesinde araç değil midir? Uyruğunu değiştirmek isteyen insanı, uyruğuna geçeceği devletin ana dilinden imtihan ediyorlar. Ama Avrupa’da üç nesildir yaşayan, şu veya bu devletin uyruğunda insanlarımız var. Bazılarına sorduğunuzda ulusal dilinin hangisi olduğuna karar veremiyor. Bu özellikleri onların ulusal kimliklerini etkiliyor, doğru. Ancak ulusal kimlikleri mi önemli, kendi kimlikleri mi?

Ben ulusal dilin tek önemli etken olduğuna katılmıyorum. Dil bence bizim eğitimimizde kullandığımız araç, aynen dinimiz gibi.

Ömer Hayyam ne kadar güzel demiş;

 “Sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin,

  Tekkede, Manastırda eremezsin,

  Bir kez gerçekten sevdin mi dünyada,

  Cennetin cehennemin üstündesin.“

Kimlik sözcüğü sahte bir dost. Hiçbirimiz kimliksizliği kabul etmeyiz.

Evet, kişi dilini bilinçli olarak değiştirmiyor; ancak kişi ve toplumlar kendilerince bilinçli olarak dinini değiştirebiliyor.

Anadan, babadan algılanmış inanç düşüncesi kolay terk edilir durumda değil. Kendisi terk etse de bu kez toplum realitesi onu başıboş bırakmıyor...

Yani, Ulu Yaradan’a inansanız da, Müslümanken Hıristiyan olmanıza ya da dinsiz konumuna geçmenize toplum izin vermiyor. Böyle bir kabul genelde gizli olarak hüküm sürebiliyor.

İlahi düzene uymamayı din literatürü “günah”, bilim ise “suç” olarak adlandırıyor.

Garip olan bütün dinler sevgi ve hoşgörüyü öğretirken günahlar veya suçlar, savaşlar, haksızlıklar dil için değil, din için yapılıyor. Bunun örneklerini hepimiz biliyoruz. Örneklerle vaktinizi almak istemiyorum. Maalesef o kadar çok örnek var ki… İnsanlık tarihinde ilk oluşan sistem din.

Bilime ait sorular yanıtlanabilir, dine ait olanlarsa yanıtlanamazlar. Gerçek dinin kelimelerle işi yoktur, onun işi hakikatledir...

Bir sisteminin taassup ve cehaletle parçası olduğunuzda köleleşirsiniz.

Bu ikiyüzlülük, hem materyalist diye tanımladığımız bilimi küçümsemekle birlikte onsuz olamamamızda, hem de gelişen bir dünyada çağdışı olduğu iyice açığa çıkan, can çekişir durumdaki geleneklerle yetinmemizde vardır.

Ömer Hayyam   “ Bilge, yüce varlığın seyrine dalar,

                             Gafil orda dostluk, düşmanlık arar.” demiş.

Vicdan muhasebesi ile kimlik muhasebesi, bizi çoğu zaman en dar aidiyetlerimiz içine sıkıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak da gene bizim bakışımızdır. Dünyayı alt üst eden şey delilik değil; vicdanımız, toplum vicdanıdır.

Eğer her ulustan, her durumdan, her inançtan insanlar, bu kadar kolay azılı katillere dönüşebiliyorsa, her çeşitten bağnaz çıkıp, kendisini bu kadar kolayca kimlik savunucusu olarak kabul ettirebiliyorsa, bunun nedeni kimlik konusunda bütün dünyada hala ağır basan kabile kavramının, böyle bir sapmayı desteklediğine, inanıyorum.

İnandığımız değerler, birbirlerine benzerlik taşısalar da, biz, değişik kimliklerde çelişkilerimizle tavır alırız.  ABD ’de ataları arasında, hem beyaz hem siyah olan kişi siyah iken, Afrika ’da bu kişi melez kabul ediliyor. (ABD’de daha yeni değiştiriyorlar.)

Tarihte her şey sembollerle ifade edilir. Küreselleşmeyi bazen bir afetmiş gibi algılıyorum.

Küreselleşme bütünleşmeye gitmiyor. Çünkü küreselleşme güç dengeleriyle ile orantılı.

Yüzyıllardır insanların düşüncelerini ya da sağlıklarını ya da günlük yaşamlarını kalıcı biçimde etkileyen her şey batı’nın eseri.. Dünyanın mutluluğu ve felaketi, bütün hepsi Batı’dan geldi…

Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her türlü modernleşme hatta bize öğretilen şekli ile medenileşme, batılılaşma demektir. Hızlı küreselleşmenin kimlik ihtiyacının güçlenmesi gibi bir tepkiye yol açacağına hiç kuşkum yok. Bu arada, bu kadar ani değişimlere eşlik eden var oluş sıkıntısı yüzünden, maneviyat ihtiyacının çoğalmasına da.

“İnsan bardağın içindeki su kadar berrak olmalıdır!” deriz. Hep çelişkili sözler sarf ederiz yani hem şeffaflığı yani renksizliği isteriz, hem de insanlar renksiz olduğu zaman, “Ya, Allah Allah sen nasıl insansın? Hiç rengin yok. Yani insan bir taraftan olur.” deriz.  İlla bir köşede bulunmanız gerekir. Her şeyi köşeli düşünmekten ileri gelir bu.

Dairesel bir şeyde köşe olmadığı gibi, küreselleşmede de renk olmamalıdır. İnsanın rengi olmamalı.

Bizi birbirimize bu kadar çabuk yakınlaştıran, yeni iletişim araçları bizleri tepki olarak farklılıklarımızı ortaya koymaya itse de, aynı zamanda ortak kaderimizin bilincine varmamızı sağlıyor.

İnsanlık şu sıralarda büyük bir ders alıyor. Bu ders, iyiliğimizin, Ulu Yaradan ve var olan her şey ile bağlantılı oluşumuzun farkına varmamız.

“Doğa, insanı iyi ve mutlu yaratmıştır. İnsanı bozan, yoksul ve mutsuz eden toplumdur.“ diyor J. J. Rousseau. Ders, her şeyin birbirine bağlı olduğu, bizimde bütünün bir parçası olduğumuzun farkına varmak… İnsan kemalini ancak başka bir insanda bulabilir.

Benim bakış açıma göre maneviyat ihtiyacı ifadesini mutlaka bilinçsizce bir inanç cemaatine ait olmada bulmamalıdır.

Mevlana’nın deyişleri ile  

                       “Ben ne Hıristiyan’ım, ne Mecusi, ne de Müslüman,

                         Bir ayağımla sağlam şeriat üstünde durduğum halde,

                         Öteki ayağımla 72 milleti dolaşıyorum...”                 

ve 

                        “Mademki Allah herkesle birliktedir;

                          O halde Allah’ın verdiği beraberliği ara.”

Bizleri uyarıyor.

İçimizden her biri, iki ana mirasa sahiptir. Dikey olanı bize atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait olduğumuz dini cemaatten geliyor. Yatay olanı ise çağımızdan, çağdaşlarımızdan ve özentilerimizden geliyor. Bana göre en belirleyici olanı bu yatay olanı; ve her geçen gün biraz daha belirleyici oluyor. Bununla birlikte bu gerçek, kendi kendimizi algılamamıza yansımıyor.

Biz müştereken yatay ve düşey mirasımızla beraberce değil; dikeyi ile, dinimiz, dilimiz, hatta saplantılarımızdan de vazgeçemiyoruz...

Daha doğrusu hangisi ile öne çıkacağımızı çoğu kez karıştırıyoruz.

Dilerim, tüm insanlar aynı düzeyde ve eşit olarak öne çıkarlar.

Çağdaş bilim, pozitif bilimdir. Ve gerçek aydınlatıcı odur. Bilimin yolundan şaşmamalıdır.

Türk milleti, ekonomik bakımdan bir daha emperyalizmin boyunduruğuna girmemek için durmadan çalışmalı, kendi doğal kaynaklarını kendisi kullanmalıdır. Yükseliş ve uygarlık doğrultusunda yürüyor muyuz?

Mimarın eseri evler, ressamın eseri resim, müzisyenin eseri müziktir.

Bir insanın eseri ise yaşamı olmalıdır.

Bir sanatçı, sanatındaki ustalığa elindeki malzemeyi işleyerek varıyorsa eğer, yaşama sanatına girmiş bir insanın da sanatçı unvanını elde etmesi için yaşamı aynı titizlikle işlemesi gerekir.

Yaşamı bulup işlemeye başlamış olan yol’u bulmuş demektir. İşte o zaman onun için günlük yaşamdaki her şey bir sanat oluverir.

dnm

İNSAN (1)

 

Hadi gelin insan üzerine sohbet edelim. Kadirşinası, dostu ve nankörü.

Kadirşinaslık; değerbilirliktir, iyilikbilirliktir.

Nankör ise; gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden, nimetin şükrünü eda etmeyendir. İyiliğe karşı duygusuzluk ve kötülük gösterendir.

İnsanlar kırmızı bir güle doğru koşarken çoğu zaman ayaklarının altında ezilen kır çiçeklerinden habersizdirler.

Belki sizlerinde bildiği, benim çok sevdiğim bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Hep kayıtlarımda olduğu halde, her okuduğumda duygulanıyorum.

Genç adamın biri dermiş babasına her gün;
”Benim de dostlarım var, sendeki dostlar gibi.“
Baba, itiraz eder,
”Olmaz öyle çok dost, hakikisi, belki bir, belki iki, fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki...“
Devam eder durur konuşma...
Aralarında başlar bir tartışma, karar verirler bir sınava, dostun hakikisini anlamaya...
Bir akşam bir koyun keserler ve koyarlar çuvala.
Baba der ki oğluna:
”Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna.“
Çuvaldan kanlar damlamakta, sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala, dıştan böyle sanılmakta.
Delikanlı sırtlar çuvalı, gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı.
O dost bakar ki bir çuval hem de kanlı, kapar hızla kapıyı delikanlının suratına, almaz içeri arkadaşını.
Böylece tek tek dolaşır delikanlı kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını.
Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır.
Evlat geriye döner, ama içten yıkılır...
Babasına dönerek: “Haklıymışsın baba.“ der. ”Dost yokmuş şu dünyada ne sana, ne de bana.“
Baba: “Hayır Evlat“ der, “Benim bir dostum var bildiğim. Hadi, çuvalı al da bir kere de git ona.“
Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar, alnından ter, çuvaldan kanlar damlar...
Gider baba dostuna, kabul görür, sevinir.
O dost, delikanlıyı alır hemen içeri, geçerler arka bahçeye.
Bir çukur kazarlar birlikte, çuvaldaki koyunu gömerler adam diye.
Üzerine de serpiştirirler toprak, belli olmasın diye dikerler sarımsak...
Genç adam gelir babasına;
”Baba, işte dost buymuş.“ diye konuşunca,
Babası; “Daha erken, o belli olmaz daha, sen yarın git O'na, çıkart bir kavga. Atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona. İşte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi. Sonra gel olanları anlat bana...“
Genç adam, aynen yapar babasının dediğini, maksadı anlamaktır dostun hakikisini.
Babasının dostuna istemeden basar iki tokadı.
Der ki tokadı yiyen dost:
”Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada.”

Dilerim gün gelir bizim de sarımsak tarlasını satmayacak dostlarımız olur.

Alıntılara devam ediyorum.

Dr. David J. Schwartz  “Bedenin İnce Dili- Sinergoloji” adlı kitabında insanın sosyal yaşamda ayakta kalabilmek için kullandığı iki silahın olduğunu yazar.
Boyun eğme ve unutma yalanları.
Boyun eğme yalanı, içinde bulunduğunuz grubun veya karşınızdaki kişinin düşüncelerine, ilişki veya ilişkilerinizin zarar görebileceği düşüncesiyle asla karşı çıkmamaktır. Örneğin: Arabanızı tamir eden ustanızın ya da kayınvalidenizin aşırı uçta yer alan düşüncelerini dinleyip “duymamış gibi” davranabilirsiniz. Davranışınız üstü kapalı bir boyun eğmedir. Ustanın on kilometre içindeki tek usta olduğunu, kayınvalidenizin akrabanız olmayı sürdüreceğini ve aranızın bozulmasının iyi olmayacağını zaten bu insanların düşüncelerini değiştiremeyecek olduğunuzu düşünürsünüz.
Şahsi nedenlerle konumun olduğu gibi kalmasını değişmesine yeğlediğimiz durumlar, boyun eğme yalanının oluşması riskini taşıyan durumlardır. Bu, ikiyüzlülük gerektiren bir yalandır; ancak her birimiz kendimizi boyun eğme yalanına kaptırarak, yalana uygun bir kılıf hazırlayacak mantığı oluşturmayı başarırız.
Erkeğin erkek, kadının kadın olmasına yardımcı olan, ancak ellerinden olası bir mükemmelleşme umudunu da alan küçük gündelik gevşeklikler yelpazesi içinde, kotarması kolay olduğundan çok yaygın bir toplumsal yalan daha bulunmaktadır: Unutma yalanı.
Unutma yalanı, sosyal açıdan kabul gören son yalan çeşididir ve bir önceki yalanın çeşitlemesidir. Görünüşte pek de önemli olmayan hilelerle gerçeği bütünüyle söylemeyerek değiştirmemize neden olur. Örneğin, önceki akşam eve geç döndüğünüzü söyler; ancak kiminle birlikte olduğunuzu söylemekten kaçınırsınız. Söylediğiniz tam olarak yalan değildir ama vermeyi unuttuğunuz bilgi gerçekliğin doğasını değiştirerek, gerçeğin arada bir yerde kaybolmasına neden olmuştur.
Unutma yalanı, gerçekliğe karşı dürüst olduğunuz an yok olacak olmasına rağmen, yapabileceğiniz bir şey yok, engel olamıyorsunuz.
”Peki ya vicdana ne oldu?” demek geliyor insanın içinden. Vicdanın görevi, kötü bir davranış sergilediğimiz her seferinde bizi azap vererek cezalandırmak değil midir?

Burada da eğitim teorileri ile gündelik yaşam arasında büyük bir mesafe var.

“Bizden başkalarında olan yetenek ve beceriye biz şans deriz.” demiş Michel Audiart

Nankörlük ile sözlerle devam edelim.

İbrahim Suresi, 7. ayette:
”Andolsun ki, şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki, azabım çok şiddetlidir!”

İsra Suresi, 67. ayette:
”Denizde size bir sıkıntı dokununca, yalvardıklarınızın hepsi kaybolur.
Ancak O, kalır.
Ama O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca, yüz çevirirsiniz.
Ve insan, zaten pek nankör olandır.”

“Nankörlük, zayıf insanların işidir. Kudretli insanlar içinde asla nankör olana rastlamadım. Nankörlük, kusurların en büyüğüdür ve eğer insanlar unutkan olmasalardı, hiçbir nankör olmazdı. Nankörlük, zayıf insanların işidir. Kudretli insanlar içinde asla nankör olana rastlamadım.” (Goethe)

“Nankörlük sevginin mezarıdır. İyilik edecek hal ve mevkide olduğumuz müddetçe nankörlüklerle karşılaşmayız.” (La Rochefoucauld)

“Nankör bir evlada sahip olmak, yılan dişinden daha acı verir. Nasıl bir at, üzerindeki zengin koşumların farkına varmazsa, insan da içinde yaşadığı nimetlerin öyle farkına varmaz.” (Shakespeare)

“Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen; fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir.” (Oscar Wilde)

“Duvar yapıldıktan sonra duvarcı unutulur.” (Çin Atasözü)

Dilerim, nankörlerden korunuruz, bizim de sarımsak tarlasını satmayacak kadirşinas dostlarımız olur.

Gerçek zenginliği yaşarız.

Dilerim öyle olsun.

 

 

 

 

İNSAN (2)

 

“Yine duygularımın sonbaharındayım!” deyip geçiyorum...

Ha gayret… “Nisan’a az kaldı!”
Ayakta durmanın gün geçtikçe zor olduğu günleri yaşıyor dünya. Ve bu günlerde insanların mutluluğa, coşkuya, aşka ve huzura ulaşması her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ve insanların eskisinden daha çok ihtiyaçları var birbirlerine. Yaşama karşı birlikte olmanın o güzel ve dayanılmaz keyfini paylaşmak gerekiyor.
İdeallerimizin mahcup bir tohum gibi toprağı delip yeşermesini bekliyoruz. Bekliyoruz ama o toprağı tavına getiren bahar gelmiyor bir türlü, gelmesin de. Hesabı kesmek hep başka bahara kalıyor...

Hırs insanı bozuyor, ruhunu şekilsizleştiriyor. Para hırsı, şehvet hırsı, önde olma hırsı, kazanma hırsı, en iyisini, en güzelini bilme hırsı. Ne kadar insan kılar ki insanı? Sadece hırsa bulanmış bir insandan, ne kadar insan kalır ki geriye? Bir anlamda ilk başta olumsuz gibi gelen hırsı, olumlu yönde kullanmak, bu yolda direnmek başka bir şey. Hırsı olumlu yönde kullanabilmek için de insanın umutları olması gerekir.

Hani şairin dediği gibi, “Geç ömür geç hayat tükensin, yeni bir umut olduğu için çok güzelsin.”
Ancak hüzün bazen gelip yerleşiyor umudun boşalttığı yere...
Kimine göre insan doğuştan günahkâr ve vahşi yaratılmıştır. Kendi haline bırakılırsa birbirleri ile çatışır. Önemli olan iyilerin, kötülerden çoğunlukta olmasıdır. Ancak bu yolla iyilik kötülüğün hakkından gelebilir.
Kimileri insanın bembeyaz bir kâğıt kadar saf doğduğuna inanır. Onu iyi ya da kötü yapan, içinde yetiştiği koşullardır.
Ben oldum olası, insanın özündeki erdeme ve iyiliğin nihai zaferine inandım. Uzun yıllar hayatı, iyiyle kötü arasında bir yarıştan ibaret sandım.
Doğduğunda herkesi iyi belliyor insan. Gülümsüyor her gülümseyene... Her kucağa gidiyor.
Kötüyü; ancak karşıdan kötülük gördükten, ateşe elini sürdükten sonra öğreniyor.

20'li yaşlara kadar sıkı dostları ve düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye seviyor ya da öldüresiye nefret ediyor onlardan...
Yaş ilerledikçe yalanı, dost işi hançer darbeleri sayesinde tanışıyor iyi sandıklarının hıyanetleriyle.
Zaman kanatlanıp da 50'leri aştığında insan, insanın iyiyi kötüden ayıran hudut çizgileri birbirine karışıyor. İyilere nakşolmuş kötüyü ve kötülerin içindeki iyiliği de keşfediyor âdemoğlu...

Anlıyor ki, iyi insan / kötü insan yok; insanın içinde iyilik ve kötülük var.

Kötü ile iyi karşıtları değil birbirinin, kötü ile iyi birbirinin kan kardeşi. İyilerle kötüler yarışmıyor, iyilik ve kötülükten ibaret hayatın kendisi...

Yaşam düalite değil mi? Bunu anlayınca insan şaşmıyor nefretin birden şehvete dönüşmesine, acının içindeki hazzın mest etmesine.
Tevazu ile gurur, haysiyetsizlik ile onur el ele yürüyor.
Şuur altındaki isyankâr ile sahtekârı, günahkâr ile tövbekârı bir arada fark ediyor.
Benim, hükmeden ve boyun eğen. Zulmeden ve acı çeken benim.
Hürriyeti esarete, korkuyu cesarete, zaferi hezimete bulayan benim...
Kundak bezime tıpatıp benziyor kefenim. Hayatım muhteşem ve sefil, mağrur ve rezil, hayâsız ve asil... 

İşte bu keşif kolaylaştırıyor yaşımı...
Anlıyorsun ki toplumlar gibi insanlar da kanlı iç savaşlarına borçlu ilerlemesini...
Önemli değil kaç kez yenildiğin. Önemli olan, kaç yenilgiden sonra yerinden kalkabildiğin...
O zaman, iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir uğraşı bırakıp “başta kendin olmak üzere”, insanların içindeki iyiliğin peşine düşüyorsun. Kıymet bilmeyi ve “yine başta kendin olmak üzere”, herkesi hoş görmeyi öğreniyorsun.
Tükendikçe pahalanıyor zaman, günler azaldıkça kısalıyor.
Saçlar gibi seyreldikçe, tek tük kalınca değerleniyor dostlar...
Günahları ve zaaflarıyla da övünüyor insanlar, sevapları ve inançları kadar.
Bu paramparça ruhlardan, çelişik duygulardan, çatışmanın açtığı yaralardan mucizevî bir ahenk çıkıyor ortaya ki olgunluk diyorlar adına...

Sonra?
Derler ki, yaş günü pastandaki mumların masrafı pastanınkini aştığında…

Yani 60'ından sonra, sonrasını çok da bilmiyorum daha...
Belki bu doğum gününden sonra söyleyebilirim.
Ne mutlu ki, hala iyiliğin nihai zaferi mevzuunda iyimserim.

 

 

 

 

İNSAN (3)

 

Âşık olursunuz, O mükemmel biridir. Çok güzel veya çok yakışıklı, çok yetenekli, çok akıllı, çok dürüst, çok merttir. İyi giyinir, güzel konuşur. Sizi en iyi o anlar. Sizi en çok o sever. Size en uygun olan odur. Dünyada böyle birinin var olduğuna inanamazsınız.

Daha önce tanımadığınıza yanarsınız, kimseyi yerine koyamazsınız.

Zaman geçer aşk biter.

Bir bakarsınız onunda zaafları, zayıflıkları, bilmedikleri, beceremedikleri, eksik yanları, anlamadıkları, korkuları, yenilgileri vardır. Yani kısaca ‘insan’dır.

Yıkılırsınız. Nefret edersiniz, pişmanlık duyarsınız. Hem kendinize, hem ona kızarsınız, geçip giden yıllarınıza yanarsınız.

Oysa O hep aynıdır. Hiç değişmemiştir. Değişen sizdeki aynadır.

Dev aynası yerini, herkesi olduğu gibi gösteren normal aynaya bırakmıştır.

“Aşkı anlatabilmek için, yeryüzünde var olan dillerden başka bir dil ister.” diyen Eugene Delacroix haklıdır sonuna kadar belki de söylediğinde. Aşka bir tarif aramak yanlış. Belki de aşkın bir yanımızı hep yanılgıya düşmüş gibi hissettiren bir yanı vardır. Belki de aşk, dilsiz kalmaktır da biz zorlayıp dururuz yine de kelimelere kendimizi.

İşin içine kalp girince içerilere yönelmek ve sadece duygularla ilgilenmek gerekiyor. Bir tarif bulmaya hiç yeltenmeyen Bailey, aşkın geldiği yerle ilgili esaslı bir ihtimalden söz ediyor:

“Aşk, dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştır.”

Çelişkiler bile birbirini bütünler. “Aşk, kulübeyi altından bir saraya benzetir.” diyen Holty’nin coşkusu, “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu. Yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı.” diyen Faulkner’ın hayal kırıklığı ile hiçbir biçimde birbirini yadsımaz. Çünkü aşkın ölçüsü kendisidir; ve yalnız kendi terazisinde tartılabilir aşk.

Aşkın amacı, gören ve görülen ikiliğinden kurtarıp, sevginin bütünlüğüne erebilmektir. Aşk, bilincin kendi suretini karşısında görüp ikilikten kurtulmak uğruna birliğin cazibesine kapılmasıdır.

“Aşk öyle engin bir denizdir ki; ne kenarı vardır, ne de ucu bucağı.” diyen Mevlana’ya kulak verelim.

Aşkın alâmeti, güzelliğine hayran olanın yüzünde görünür; ama onu da âşıklardan başkası tanımaz! Riya olamaz. Aşk meşalesinin tutuşmasından gaye, sevgi yolunu göstermesidir yolcuya!

Aşk kapısından girmekten gaye, “sevgi” yolunu adımlayarak Birlik sarayına erebilmektir. Sevginin yolu sonsuzdur. Yaşandıkça ufku enginleşir, bitmez, tükenmez.

Aşk meşalesi yandıkça, sevgi yolu aydınlık görülür.

Sevgi ‘bilinçle’ ve ‘akılla’ yaşanır, ilimle olgunlaşır, sağlamlaşır!

Aşkı akılsız da tadabilir; ama aklı olmayan sevgi yolunu sonuna ulaşıp nihai hakikatine sağlam ulaşamaz! Sevgi yolunun sonuna ulaşmaktan gaye ise, yolda ‘başka’ kavramları terk edip ‘birliğin saadetine’ ulaşmaktır! Sevgiyle yaşadığın ‘duygular’ değil, ‘sevgin uğruna neleri terk edebildiğindir’ saadete erdiren! O yolu alanlar, sevdası uğruna terk edebildikleri kadar ilerleyenlerdir!

‘Çokluk’ bir yana, ‘ikilik’ dahi sevgi yolunu şaşırmaktır!

Sevgi yolunda kalmamanın çaresi, gördüğünde bütünü görebilmek, gördüğünün sevdiğinden başkası olmadığını yaşamandır. Sevmek, her yüzde sevdiğini bin bir türlü haliyle görmeyi gerektirir. Sevmek; başkası diye kimseden yüz çevirmemeyi gerektirir. Sevmek, başkası diye kimseyi kıskanmamayı, kızmamayı, alınmamayı, kınamamayı gerektirir!

Sevmek, her yüze sevdiğin gibi teveccüh etmeyi gerektirir. Her an sevdiğinle olduğunu ve her yaptığının ona ulaştığını yaşamayı gerektirir. Seven; huyunu terk eder, yargısını terk eder, tepkisini terk eder!

Gözün sevdiğinden başkasını görmez olursa eğer, ‘gayrı’ kalkar dünyandan, kendini de göremezsin ve gören, bu bildiğin ‘sen’ olmazsın! Ne sevensin sen orada, ne de sevilen karşında!

Yeryüzündeki en büyük görevi yaşamak olan emaneti taşıyan insan, tamamlayıcısı, bütünü olan Yaratıcı Kudret'e ulaşmak için sevgiye dayanır. Ancak yapısı gereği iyilik-kötülük, dostluk-düşmanlık gibi bir yığın zıtlığı bünyesinde taşırken, özünde yapıcı ve olumlu olan sevgiyi yanlış yönde de kullanabilir. Örneğin: Putperestlerin cansız eşyaya tapmaları sevginin kötüye kullanılmasıdır.

Bakara Suresi 165. ayet bunu şu şekilde ifade eder: “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah dışında bazılarını Allah'a eş tutarlar da, onları Allah'ı sevmiş gibi severler.”

Yunus Emre: “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü.” sözleriyle sevginin kaynağına, parçadan bütüne, insandan Allah'a ulaşılan bu köprüyü en güzel şekilde tanımlamıştır.

Kur'an-ı Kerim, Allah ile insan arasındaki sevgiden söz ederken: “Allah onları sever de, onlar da Allah'ı severler.” (Maide, 54) diyerek sevgide ilk hareketin merkez kuvvet olan Yaratıcı’dan geldiğine dikkat çeker. Gerçekten de Allah sevgisine ve rızasına erişenler, ona korku ya da gösteriş için değil, ona şükretmek için kulluk edenlerdir.

Aşkla yapılan her şeyin daima en iyiye ve güzele ulaştıracağına inancımız hiçbir zaman tükenmesin. Her şeyi daima aşk ile yaşayalım, aşk ile büyüyelim. Çıraklıktan ustalığa, hamlıktan pişkinliğe aşk ile erişelim. Gönlümüzle ve aklımızla daima anımsayalım ki, asıl olan Aşktır.

Dilerim öyle olsun.

 

 

 

 

İNSAN (4)

 

Düalite, Türkçede “ikilik, ikilem”, gibi çeşitli biçimlerde kullanılmakta olup doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir.

Düalite sembolünün halk arasında genellikle, iyi-kötü, saflık-kirlilik, soğuk-sıcak, doğum-ölüm, vicdan ile nefsi, olumlu ile olumsuz vb. gibi bir tür karşıtlık ve birbirini bütünleyicilik gösteren iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade etmede ve bu unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamı yani varlığın ruhsal gelişim göstermek üzere bulunduğu tezahür ortamlarını (üç boyutlu alemi) ifade etmek üzere kullanıldığı görülmektedir.

Karanlıklardan gelip aydınlığa kavuşmak dediğimizde, genel anlamda basit olarak birinin karanlıktan başka bir yere yani aydınlığa geldiğini zannederiz. İşin maddi yönü kişinin karanlık bir mekândan aydınlık mekâna geçtiği anlaşılacağı gibi, cahil bir kişinin eğitilmesi olarak da anlaşılabilir. Dini olarak da her inanç sisteminin asıl amacı da karanlıktan kendi yöntemlerine göre aydınlığa çıkmaktır. Yaradan, akıl ve gönül vererek bizlere bunlara ulaşma yeteneği ve gayreti ihsan etmiştir.

Acaba, bebekler karanlık anne karnından dünyaya gözlerini açarlarken, gözlerini aydınlığa mı açmaktadırlar? Karanlığın farkında bile olmayan bebekler gözlerini yine karanlığa açmaktadırlar da, acaba gönül gözleri açılmış mıdır? Üstelik karanlığın farkında da değildirler.

Platon şöyle der: “Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.”

Dünyada bir an için ışığın olmadığını hayal ettiğimizde, evren denilen sonsuz âlemin nasıl karanlık ve keşmekeşten ibaret olacağını tahmin edebiliriz. Fiziki ve felsefi anlamda ışık, bir anlamda hayat demektir. Işık, aydınlanma bilgelik demektir. Aydınlığın sembolik anlamı ise hürriyet, fazilet, adalet, akıl, zekâ ve güzelliğin yanı sıra; bilgisizlik, batıl inançlar ve bağnazlık karşında hakikati arama çabasıdır.

Bilgi her yerde değerli bir hazinedir. Fakat bütün bilgilerin bir insan tarafından öğrenilmesi, yani bir insanın, yaşamı sırasında, dünyadaki bütün deneyimleri kendi üzerinde geçirmesi olanaksızdır. Ne yazık ki dünya insanının ömrü, öğrenmek zorunda bulunduğu birçok bilgiyi tümüyle edinmesine, bütün ilimleri layığıyla öğrenmesine yeterli olmayacak kadar kısadır. Bir insan ne kadar zeki olursa olsun, dünyadaki pek çok bilginin cahili olarak kalır. Yalnız bir meslekte kısıtlı uzman olur, fakat diğer birçoklarında eli ve aklı boş kalır. Biz beynimizle dünyaca bilinenlerin hepsini bile kavrayamazken, dünyaca bilinmeyenlerin ne kadarını kavrayabileceğimizi bir düşününüz!

Aydınlıktan bahsederken onun karşıtı karanlıktan söz etmek gerekir. Aydınlık Allah’ın, bilginin, hayatın, iyiliğin sembol ve temsilcisi olurken, aynı görüşün paraleli olarak karanlık da cehaletin, ihtirasın ölüm ve şeytanın sembol ve temsilcisi olmuştur.

Karanlık sembolü, olumlu ve olumsuz iki unsurun karşıtlık gösterdiği bir düalitenin söz konusu olduğu, düalitenin olumsuz unsurunu; örneğin iyilik karşısında kötülüğü, akıl ve ilerleme karşısında tutuculuğu, bilgi karşısında cehaleti, vicdan karşısında nefsi, maddi hırsları simgeler.

Gündelik sohbetlerimizde kullandığımız, gündüz külahlı, gece silahlı sözü gerçekte iyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseleri ne kadar da güzel tanımlar.

Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki:
”Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?”

Öğrencilerden biri:
”Uzaktaki sürüye bakarım.” demiş. “Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.”

Başka bir öğrenci söz almış ve “Hocam!” demiş. “İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır.”

Bilge kişi, uzun süre susmuş.

Öğrenciler meraklanmışlar ve “Siz ne düşünüyorsunuz hocam?” diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş:
”Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona ‘bacım’ diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, aydınlık başlamıştır...”

Kuran-ı Kerimde Nur suresinin 35. ayetinin bir bölümü şöyledir: “Allah göklerin ve yerin Nur'udur. Allah dilediğini Nur'una kavuşturur.“

İnsan ruhunun özde iyi değerler taşıdığı, olumsuzlukların sonradan kazanıldığını, insanların kötü diye tanımladığımız yanlarının aslında eksiklikler olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bilge kişi tüm insanları eşit görür, sever sayar. İnanç farklarından dolayı, ırklarından ötürü kimseyi hor görmez, engin bir hoşgörü ile doludur. Sevgi ışığının parladığı yerde kör inançların doğurduğu karanlık ve düşmanlık barınamaz.

Arayan insan sadece biçimsel değil, özde de çalışarak bulunduğu durumdan farklı bir duruma geçmeye çalışan kişidir. Yani cahil değildirler, yani inatları yoktur.  Bu arayışı gösteren kişi kendi karanlığını aydınlatmaya çalışan, iyi ve doğru olanı arayan kişidir. Karanlık içinde arayışta olan kişi kendine bir yol aramaktadır. Yani iyi ve doğruya ulaşmaya çalışan, aydınlanan kişidir.

“Tüm büyük zihinler ışığı sever.” diye yazar J. F. Newton.

Bu yolculuk bir başladı mı, hiç bitmez.

Dilerim hepimizin yolu açık olsun.

 

 

 

                                                        

İNSAN (5)


Kendimizi kanıtlama uğraşında, istediğimizi elde ettiğimizde ve dünya bizi baş tacı  yaparsa eğer, aynaya gidip kendimize bir bakalım ve aynadaki o kişiye  kulak verelim.
Çünkü bizim hakkımızda hüküm vermesi gereken arkadaşımız, babamız, annemiz veya eşimiz değil, yaşamımızda en  belirleyici olan, aynadan bize bakan kişidir.
Bazıları, bizim iyi bir arkadaş ve harika birisi olduğumuzu söyleyebilir, ama aynadaki kişi bize gerçekte ne olduğumuzu söyleyecektir. Aynada kendi gözlerimizin içine bakabiliyorsak eğer.
Asıl memnun edilecek kişi odur. Çünkü tüm hayat yolculuğumuzun sonuna kadar bizimle olan odur. Aynada bize bakan dostumuzsa eğer, en tehlikeli ve zor sınavı başardık demektir.
Yaşam yolunda herkesi kandırabilir, sonrasında övgüler, tebrikler alabiliriz. Ama aynadaki insanı kandırırsak, sonunda elde edeceğimiz, hayal kırıklığı olabilir…

Şimdi aynamı temizleme çabasındayım! Konuşmayı, düşünmeyi bırakıyorum, diyebiliyor muyuz?
Borges'in ayna ile ilgili hoş bir hikâyesi var, bu hikâyenin özeti şöyle:

Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece ayna halkı dünyayı işgal etmiş. Çıkan savaşın sonunda, dünyalıların büyük gücü sayesinde, ayna halkı yenilmiş.

Dünyalılar, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırmışlar.

Artık ayna halkı, insanların kölesi yansımalarmış. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır, diyor hikâyenin sonunda.
Ayna nedir? Saydam bir camın arkasındaki ‘sır’ denilen ve çok ince metal bir tabakanın sürülmesinden elde edilen bir araç. Sır, bazı nesnelere parlaklık verir, onları dış etkilerden korur, sızmalarını önler. Peki, aynanın sırrı dökülmüş ise kendimizi aynada seyredebilir miyiz? Sır olmazsa, ayna olur mu? Ayna olmazsa, kendimiz olur muyuz?
Bugün pek çok kişi aynaya maddi anlamda güzel görünmek için bakıyor olsa da, kendi manevi güzelliklerini, derinliklerini görebilmek için aynaya bakmak insanı heyecanlandırır bence. İnsana kendisini ve insan olanı gösteren aynadaki sır, herkese söylenemeyen şeydir, gizli bir hakikattir.
Bir işin, bir şeyin dikkat, yetenek, tecrübe ve sezgi yardımıyla kavranabilen en zor, en ince yanını anlatmak için de sır kavramını kullanırız.

Atasözümüzde ne güzel ifade edilmiştir: “Söyleme sırrını dostuna, onun da dostu vardır, o da söyler dostuna.”

Sırra ermek deyimi, gizli tutulan veya sır durumunda olan bir şeyi anlamak ve kavramaktır.
Bir bilgeye birlik nedir diye sorulmuş. Verdiği cevap çok anlamlı, “İki ayna arasında bir elmadır.” Berbere gittiğinizde kaç tane siz varsınız? İki ayna arasındaki cisim sonsuza çıkar; ama bir tanedir. İnsan için ten mi aynadır yoksa can mı?
Mevlana, Mesnevi-i Şerif’te der ki:
”Ten canın aynasıdır, can tenin
  Lâkin olmaz can gözü, her kimsenin.”
Hiçbir sırrı olmayan insan, bu yüce ve ilahi kaynaklardan hangi sırrı anlayabilir ki? Allah katında değeri olan insanların yazdıkları da sırlarla bezenmiştir. Bu sırların şifrelerini nasıl çözeceğiz?

Bazen aynalar insanın yolunu da kesebilirler. Çünkü kendisine bakan için aynanın gerçekçi bir yönü vardır.

Mevlana’nın Mesnevi'sinde anlatıldığı gibi, adamın biri yolda bir ayna bulur. Çirkindir, aynaya bakınca kendini görür ve çok çirkin olduğunu anlar. Sonunda aynayı tekrar yere atar ve şöyle der: “Boşuna değil, sahibin seni atmış, terk etmiş.”

“Sizler birbirinizin aynasısınız” diyor şimdi Bartholomew’da. “Birbirinize neyi yansıtmayı yeğlersiniz?” diyor. “Eğer içsel bir uyuma doğru yönlenir ve dışarıya farklı bir çehre, ışıklı bir yüz yayınlarsanız, o gerçekten farklı bir çehre olur! Eğer bu çehreyi yayınlamaya başlayabilirseniz, o zaman gelip size bakanlar umutla dolacaklar, kendi nihai kurtuluşlarının umuduyla...”

“Eğer hizmet etmek istiyorsanız, o zaman kendi aynanızı temizleyin ki, başkaları orada kendi ilahi benliklerinden başka şey görmesinler. Eğer gerçekten yardım etmek istiyorsanız, konuşmayı bırakın, düşünmeyi bırakın ve sevmeye başlayın” diyor Bartholomew.

Paylaşmak istiyorum. Aynamı temizleme çabası içindeyim. Gerçek seven tarafından sevildiğimi unutmadan! Sır olmak üzere, sırra kadem basabilen ve sırrın sırrına erebilen sır dostlarına selam olsun.

Dilerim öyle olsun.

 

 

 

 

İNSAN (6)

 

“Başarıların ne olursa olsun, en büyük başarın, mümkün olabildiğince kendin olmaktır. Dünyayla uyum içinde olabilmek için, kendin ol. Bu meydan okuyan bir iştir.” demiş Steve Goodier “Ve bunu senin kadar iyi, kimse yapamaz...”

Başarılı insan, daima çözümün bir parçasıdır.

Başarısız insan daima sorunun bir parçasıdır.

Başarılı insanın her zaman bir programı,

Başarısızın ise, her zaman bir mazereti vardır.

Başarılı insan, her soruna bir çözüm bulur.

Başarısız her çözümde bir sorun görür.
Başarılı insan, en olumsuz durumda bile bir çıkış noktası görür.

Başarısız ise en olumlu durumda bile engeller bulur.

Başarılı insan, “Zor olabilir, ama imkânsız değil.”der.

Başarısız, “Mümkün olabilir, ama çok zor.” der.

Başarılı insan, evrenin uçsuz bucaksız olduğunu bilir.

Başarısız insan, evreni kafasının büyüklüğü kadar sanır.

10 şey için zaman ayırmamızı tavsiye ediyor bilgeler;
Çalışmak için zaman ayır. Bu, başarının bedelidir.
Düşünmek için zaman ayır. Bu, kudret ve kuvvetin kaynağıdır.
Eğlenmek için zaman ayır. Bu, genç kalmanın sırrıdır.
Okumak için zaman ayır. Bu, bilginin temelidir.
İbadet için zaman ayır. Bu, yücelmenin yoludur.
Başkalarına yardım ve arkadaşlardan hoşlanmak için, zaman ayır. Bu, mutluluğun kaynağıdır.
Sevmek için zaman ayır. Bu, hayatın kutsallıklarından biridir.
Hayal kurmak için zaman ayır. Bu, ruhu yıldızlara eriştirir.
Gülmek için zaman ayır. Bu, hayatın yükünü hafifleten bir boşanıştır.
Plan yapmak için zaman ayır.

Bu, ilk dokuz şeyi yapabilmek için gereken zamana sahip olmanın sırrıdır. “En büyük başarı kendin olmaktır.”

Hani bazı şeyler gözümüzün önünde, şekil değiştirir ya. Ama bu şekil değişikliğinin, ille de fiziksel olması gerekmiyor. Ruh halindeki hızlı değişimler de, bizi aynı fiziki değişimlerde olduğu kadar şaşırtabiliyor.

Bir insan düşünün. Yoğun bir motivasyon içinde olabilsin. Mesela, her sabah işe geldiğinde, üşenmeyip yakın çevresine günaydın demek için odaları dolaşsın, bizi mutlu etmek amacıyla minik armağanlar getirsin. Davranış biçimi ruhumuzun okşarken, fiziksel olarak da her zamankinden daha sevimli göründüğü için göz zevkimizi de tatmin eder. Gözlerinin içi gülsün ve hepimizi etkisi altına alan negatif enerjiden bizi sıyırmak için uğraşsın. Sanki ufak çaplı bir görev üstlenmiş gibi olsun.
Bizler ise ona, o gülümsemeye çalışırken bile: “Ama...” diye başlayan olumsuz cümleleri sarf ediyor olalım. Nasıl böyle pozitif olabildiğine, için için sinirlenmez miyiz?

O ise bize: “Ne derseniz deyin beni aşağıya çekemezsiniz.” diyerek gülümsese. Olan biten yaşanan tüm tatsızlıkları, ülkemizin ekonomik sıkıntılarını, bunun birey olarak hepimize yansımasını, terördü, savaştı mavaştı, hepsini o da bildiği halde. Yani kavanoz içinde yaşamadığı gibi aldırış etmeyen biri de olmasa. Baktık onu ikna edemiyoruz, başlamaz mıyız dedikoduya: “Seni böyle motive eden kesinlikle aşk olmalı, insan ancak âşık olunca böyle çiçeğe böceğe kafasını takar.” demez miyiz?
O ise gülsün ve: “Evet!” desin, “Evet âşık oldum!” desin. ”Kime?” sorarız hemen.
Ağzını doldura doldura ve gayet kendinden emin bir sesle: “Kendime!” dese. Ne kadar haklı.

Yaşadığımız kişisel ve toplumsal tüm problemler kendimizi görmeyi ve hissetmeyi unutturuyor. Bir çarka kaptırıp gidiyoruz. Kendimizden tat almayı unutuyoruz. Oysa bunun için ne çok sebebimiz var. Mutlaka her şeyin dört dörtlük olması gerekmiyor.
Sağlıklı mıyız?
Elimiz iş tutuyor mu?
Fikir üretebiliyor ve uygulayabiliyor muyuz?
Dostlarımız var mı, doya doya sohbet edecek?
Can dostlarımız ve ailemiz var mı, hayatı paylaşacağımız? Kaybettiğimiz yakınlarımızın yerine oturtmaya çalıştığımız, doğuştan değil, sonradan kendi seçtiğimiz akrabalarımız var mı?
Renklerimiz yok mu, üzerimizde taşıyarak güzelleşebileceğimiz, hayallerimizi süsleyebileceğimiz?
Çiçekler yok mu, bize ait olmasa da, doğa da olan ve kopartmadan koklayabileceğimiz?
Varsın zorluklar olagelsin. Sınavdır belki de, gelir geçer. Geçmese de alıştırır, bizim zorluklarımız olur.

Çok akıllı olup bunalmaktansa, deli olup hayatı şakayla karışık yaşayarak yol alalım. İyilikler kadar sıkıntılar, zorluklar, kayıplar da insanlar için. Her karanlık tünelin sonu aydınlıktır. Her keder kurtuluşla sona erer. Yeter ki zor zamanları kendimize ve çevremize küsmeden geçirelim. Olabildiğince mutlu ve pozitif olalım.
Negatif olmak çevreye çok çabuk bulaşıyor.

Öyleyse, etrafımıza hemen gülümseyelim. Kendimize aşkımızı hiç kaybetmeyelim ve bu aşk oldukça her şeyin üstesinden geleceğimizi unutmayalım. Kendimizi şımartmayı ihmal etmeyelim. Küçücük şeylerle bile olsa; bir kahve, bir kurabiye, bir film, bir kıyafet, bir kitap, bir dost paylaşımı, bir kucaklaşma, ne şekilde olursa olsun kendimizi ödüllendirelim.

Alphonse Karr, herkesin üç kişiliği vardır, demiş: “Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı.”

Dilerim kendinizin farkına varırsınız.

 

 

 

 

İNSAN (7)

 

İlkeler, zannedildiği gibi irdelenmeyecek değerler değildir.

Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanırız, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz.

Bunların hiçbiri önemli değil.

Seni sevenler, senin ne olduğunu her zaman bileceklerdir.

Hayatımız, ne yaptığımız veya kimi tanıdığımızla değil, kim olduğumuzla alakalıdır.

Bir hırsız çetesi bile bazı değerleri paylaşabilir. Ama onlar sözünü ettiğimiz temel ilkelere aykırı davranırlar. Doğru ilkeleri değerlendirdiğimiz zaman doğruyu elde ederiz. Her şeyin nasıl olduğunu biliriz.

Yaşamın her döneminde bir dizi, ardı ardına büyüme ve gelişme dönemleri vardır. Bir çocuk dönmeyi, doğrulup oturmayı, emeklemeyi sonra da yürüyüp koşmayı öğrenir. Her aşama önemlidir ve zaman alır. Hiçbiri bir değerinden daha önemli değildir.

Ancak büyüme ve gelişmemizle ilgili doğal bir süreci atlayarak kestirmeden gitmeye kalktığımız zaman ne olur?

Çoğu zaman bilgisizliğin kabulü, hepimizin mecburen okula başlaması, eğitimimiz konusunda atacağımız ilk adım olur. İsmini hatırlayamadığım bir düşünürün söylediği gibi: “Durmadan mevcut bilgilerimizi kullanırken, gelişmemiz için gerekli olan bilgisizliğimizi nasıl hatırlayabiliriz?”

Ama karakter ve duygusal gelişim konusunda aynı şey söylenemez. Bizi tanımayan veya tanıdığını zanneden bir yabancının ya da bir iş arkadaşımızın karşısında rol yapıp onu kandırabiliriz. Hatta kendi kendimizi bile kandırabiliriz.

Einstein’ın dediği gibi: “Karşılaştığımız önemli sorunlar, onları yarattığımız zamanki düşünce düzeyiyle çözülemez.”

Hem çevremize hem de kendimize baktığımızda ve kendi kişilik etiğimizle yaşayıp ona göre davranırken, yaratılan sorunları gördüğümüzde, bunların yaratıldıkları yüzeysel düzeyde çözülemeyecek kadar esaslı ve derin sorunlar olduklarını da anlarız. Bu derin kavramları çözümlemek için yeni, daha derin bir düşünce düzeyine; temelinde, etkili insanın ve etkileşim alanını doğru bir biçimde tanımlayan ilkeler olan bir değerler dizesine gerek var.

Kişinin kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerinde etkili olmasını sağlayan, merkezinde ilkelerin, temelinde karakterin yattığı ve “içten dışa” diye tanımlanacak bir yaklaşıma ihtiyacı vardır.

İnsan ilk önce kendisiyle daha da önemlisi, benliğinin en iç kısmıyla yani kendi değerler dizesi, karakteri ve amaçlarıyla başlamalıdır işe.

Mutlu bir evliliğiniz olmasını istiyorsanız, pozitif enerji yayan bir insana dönüşmelisiniz. Negatif enerjiyi güçlendireceğinize onu dışlamalısınız.

Daha cana yakın, uyumlu bir çocuğunuz olmasını istiyorsanız, daha anlayışlı, paylaşımcı, tutarlı, sevecen bir anne ya da baba olmalıyız.

İşinizde daha rahat ve özgür olmayı istiyorsanız, daha sorumlu, daha yardımsever, daha fazla katkıda bulunan biri olmalıyız.

Bize güvenilmesini istiyorsak eğer, güvenilir bir insan olmalıyız.

Yeteneklerinizin tanınmasının sağlayacağı yüceliği istiyorsak, önce dikkatimizi karakter yüceliğine vermeliyiz.

“İçten dışa” yaklaşımı, genel zaferlerden önce özel zaferlerin geldiğini; kendi kendimize söz verip bunları tutmamızın, başkalarına söz verip tutmamızdan önce geldiğini söyler.

İnsanın gelişmesi ve ilerlemesi doğal yasaların denetlediği sürekli bir yenileme sürecidir. Bu, iyiye doğru bir büyüme sanatıdır ve sürekli olarak sorumlu bağımsızlık ve etkili karşılıklı bağımlılığın daha yüksek derecelerine doğru uzanır. İçten dışa, çoğu kişi için dramatik bir değerler dizisi değişimidir. Bunun en büyük nedeni, koşullandırılmanın güçlü etkisi ve kişilik etiğinin günümüzde geçerli olan toplumsal değerler dizisidir.

Hem kendi deneyimlerim, hem de bir sürü kişiyle çalışırken edindiklerim ve tarihteki başarılı insanları ve toplumları incelemem sonucu şu kanıya vardım: Değerler dizilerimizi daha yeni, derin ve “içten dışa” bir düzeye kaydırmamız gerekiyor.

Her birimiz, bu ilkeleri anlayıp yaşamlarımıza katmak için içtenlikle çaba harcarken, Elliot’un şu gözlemindeki gerçeği tekrar, tekrar keşfedeceğimize inanıyorum.

“Araştırmalarımızdan vazgeçmemeliyiz. Bütün araştırmalarımız bizi sonunda başladığımız yere götürür ve bu yeri ilk kez tanımaya başlarız.”

 

 

 

 

İNSAN (8)

 

Elliot’un şu gözlemindeki gerçeği tekrar, tekrar keşfedeceğimize inanıyorum.

“Araştırmalarımızdan vazgeçmemeliyiz. Bütün araştırmalarımız bizi sonunda başladığımız yere götürür ve bu yeri ilk kez tanımaya başlarız.”

Bir düşünürün şu sözlerini düşünün:

“Bilinen çok değerli insanların mezarlarına baktığım zaman, içimdeki her türlü kıskançlık duygusu ölüyor. Güzel insanların mezar taşlarını okuduğumda, her türlü aşırı istek sönüyor. Kralların, kendilerini tahttan indirenlerle birlikte yattığını gördüğümde; yan yana gömülmüş, birbirinin rakibi dehaları ya da yarışmaları ve tartışmalarıyla dünyayı bölen kutsal adamları düşündüğümde, insan türünün küçük rekabetleri, bölücülükleri ve tartışmaları, bende hem hüzün ve hem de hayret uyandırıyor.”

Şu anda bulunduğumuz yeri ve attığımız adımların her zaman doğru yönde olduğunu anlamamız için gerekli olan, nereye gittiğimizi bilmektir.

Etkinlik tuzağına düşmek, yaşamın hareketliliğine kapılmak, başarı merdivenini tırmanmak için çaba üstüne çaba harcayıp sonunda merdivenin yanlış duvara dayalı olduğunu anlamak inanılmayacak kadar kolaydır. İnsan çok çalışabilir, didinip durabilir; ama çok etkili olmayabilir.

İnsanlar çoğu zaman boş zaferler kazandıklarını fark ederler. Elde ettikleri başarılara karşın, bu arada kendilerinde çok daha değerli şeyleri kaybettiklerini anlayacaklardır da, kimileri itiraf etme gücünü kendinde bulacaktır.

Sonunu düşünerek işe başladığımız zaman görüş açımız da değişir.

Bir adam, ortak bir dostlarının ölümü üzerine arkadaşına sormuş:

“Ne kadar bıraktı?”

Beriki karşılık vermiş:

“Neyi varsa hepsini!”

“Sonunu düşünerek işe başla!”. Her şey iki defa yaratılmıştır, ilkesine dayanıyormuş.

İlk önce zihinde yaratılıyor ve sonra yani ikinci defa da fiziksel yaratılıyor.

Bu, her şey için geçerli. Örneğin: Bir evin yapılmasını ele alın. Daha ilk çiviyi çakmadan önce onu en ufak ayrıntısına kadar zihinde yaratırsınız. Fikirlerle çalışırsınız. Aklınızı, yapmak istediğiniz evi hayalinizde açık seçik canlandırıncaya kadar yorarsınız. Sonra bunun çizimini yapıp mimari planları oluşturursunuz. Bütün bunlar arsaya el sürülmeden önce yapılır.

Eğer bunu başaramazsanız, ikinci yaratım yani fiziksel yaratım sırasında, evinizin maliyetini iki katına çıkaracak pahalı değişiklikler yapmak zorunda kalırsınız.

Marangozluğun kuralı şudur: “İki defa ölç, bir defa kes.”

İnsanlar bu ilkeyi, yaşamın çeşitli alanlarında değişik derecelerde uygular.

Bir yolculuğa çıkmadan önce gideceğiniz yeri belirler ve en iyi ulaşım yolunu tasarlarsınız. Bahçenizi düzenlemeden önce onu kafanızda ya da kâğıt üzerinde biçimlendirirsiniz.

Konuşma yapacaksınız, önce düşüncelerinizi kâğıda dökersiniz.

Bu iki yaratım şeklinin temelinde de kendinizde, kendinize dönük, kişisel liderlik ilkeleri vardır.

Bu, liderliğin ilk yaratım olduğu anlamına gelir ama liderlik, yöneticilik değildir.

Yöneticilik, ikinci yaratımdır. “Bazı şeyleri en iyi nasıl başarabilirim?” i sorgular. Fiziksel yaratma gibi.

Liderlik ise, “Başarmak istediğim şeyler nedir?” ile ilgilenir. Zihinsel yaratma gibi.

“Yöneticilik, işleri doğru dürüst yapmaktır. Liderlik ise, doğru olanı yapmaktır.”

Yöneticilik, başarı merdivenini tırmanmaktaki becerikliliği; liderlik ise merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığını görmeyi gerektirir.

Kişiler, topluluklar ve iş adamları olarak ıvır zıvıra öylesine dalmışız ki, yanlış işler yaptığımızın farkında bile değiliz. Etkili olmak -hatta çoğu zaman hayatın üstesinden gelmek- yalnızca harcadığımız çabaya değil, çabalarımızı doğru işlere sürdürmemize bağlıdır.

Etkili liderlikten yoksun olan verimli yönetimi, birisi şöyle tanımlamış:

“Bu, (buz dağına çarpan) Titanik gemisinin güvertesindeki iskemleleri düzeltmeye benzer.”

Hiçbir yöneticilik başarısı, liderlikteki başarısızlığı dengeleyemez.

Ancak liderlik zordur, çünkü çoğu zaman şu veya bu defolarımızla yönetim değerler dizisine takılıp kalırız.

Öngörülülük insanlara özgü bir yeti olan öz bilince dayanır; ve yaşamımızda liderlik yapmamızı sağlayan, yine insanlara özgü iki eşsiz yeti ise hayal gücü ve vicdandır.

 

 

 

 

TOPLUM İÇİNDE İNSAN

 

Toplum içinde yaşayan insan, düşüncelerini öncelikle kendi bilgi birikimiyle ölçer. Bu kendini ölçmenin sonunda, kendisinin doğru düşünmekte olduğunu sanabilir. Ancak kendisinin doğru düşündüğünü bilebilmek için aynı konuda başkalarının ne düşündüğünü de bilmelidir. Kaldı ki, görüşüne başvurduğu kişiler de yanılabilir. İnsanın kendine vermiş olduğu bir söz, başkalarına vermiş olduğu birçok sözden çok daha değerlidir. Belki bir dolu sözle başkalarını oyalayabilir ya da kandırır; ama en tehlikelisi kendisini kandırmasıdır.

İnsanı istemediği, inanmadığı bir işi yapmaya zorlamanın hiçbir yararı olmaz. Herhangi bir baskı, duygusal etkileme, zorunlu tutma ya da güç kullanma ile yaptırılan bir işin, beklendiğince, umulduğunca, başarılı, iyi ve güzel yerine getirileceğinden kuşku duyulmalıdır. Hiç kimse,
gücünün yetmediği, istese de yapamayacağı, beceremeyeceği bir işi üstlenmemelidir. Yapmaya kalkışması ise başkalarından önce kendisini kandırması demektir. Bir şey söylemek gerekmediği zaman da susmasını bilmek erdemliliktir. Ama hataya hoşgörü olmaz ve olmamalıdır

Görevin, paylaşılarak yerine getirilmesi gerekliyse, bundan bir ortak yarar bekleniyorsa, bilgi ve düşüncelerin paylaşılması gereklidir. İnsan neyi yapabileceğini, nasıl bir yükü taşıyabileceğini bilmeli, ama edinmiş olduğu kısıtlı deneyimler ile yetinmemelidir. Kimse, bir başkasından her şeyi bilmesini beklememelidir. Hiç kimse, her şeyi bilemez.
Pek az kişinin bilip, birçoklarının bilmemesinde yarar olan gerçekler herkesin bildiklerinden çok daha fazladır. Her bilginin edinilmesinin de bir zamanı, bir sırası vardır. Zaten öyle olmasa ‘giz’ kavramının ne anlamı kalır?

Noktanın Sonsuzluğu adlı kitabında Lütfi Filiz bir incir hikâyesi anlatır. Yazar der ki: “İnsan incir gibi olgunlaşır. Önce ufacıktır, sonra yavaş yavaş büyür ve belli bir büyüklüğe ulaşınca tatlanmaya başlar. Tazeyken koparılırsa çok kısa zamanda ekşir ve bozulur. İyice olgunlaştığındaysa dıştan biraz buruşur, ama artık kolay kolay bozulmadığı gibi, daha da tatlılaşmıştır. İnsan da böyledir. Bedensel gelişimini tamamladıktan sonra düşünceleriyle içten tatlanmaya başlar.”

Sonuçsuz tartışmalara yol açabilecek, uzlaşma olanağı bulunmayan gelişim bakımından ne paylaşım, ne yarar sağlayabilecek konularda konuşup boşuna zaman yitirmekten de sakınmalıyız. Anlatılması gerekmeyen şeylerden söz etmenin de hiçbir anlamı yoktur.

Ancak, hiçbir ‘giz’ bireye özgü kalmamalıdır. Bireyin saklı tuttuğu bilgi ‘giz’ bile olamaz. Onu seçilmiş, güvenilir kişilerle paylaşmak gerekir. Bu paylaşım olmazsa, saklanan bilgi bir gün herhangi bir nedenle yitirilebilir.
İnsan, olumsuz tutkularını yenmeyi bilmeli ve tutkularını baştan sona gözden geçirmelidir. Ancak hiçbir tutkusu olmayan insan da boşuna yaşıyor demektir. Çünkü insanın yaşamda amaçları olmalıdır. Onları gerçekleştirmek için uğraşmalıdır. Ona sarılıp bağlanmalı ve direnmelidir, inat etmeden. Ancak tutku düzeyine getirdiği amaçlarından hangisinin sadece kendisi için, hangisinin toplum için olduğunu da bilmelidir.
İnsanın sadece kendisine ait tutkuları, başkalarına zarar vermediği sürece saygıya değer kabul edilebilir. Topluma yönelik tutkular, toplumla bilimsel nitelikli bilgileri art niyetsiz paylaşmak ise insanların bu bilgilerle güçlenip gelişme göstererek evrim doğrultusunda ilerlemesini sağlayabilecek, insanların barış, esenlik ve mutluluğuna katkıda bulunacak ise ona onur kazandırır. İnsan, tüm insanları ve kozmopolit toplumları da içeren, sürekli ve koşulsuz, evrensel nitelikli bir barışın sağlanmasının peşinde koşmalıdır. Böyle bir barışın, ancak bireylerin içsel verimlilikleriyle güçlenip gerçekleşebileceğini de bilmelidir. Bunun için tek tek bireylerin yetmeyeceğini, sürekliliği için topluma yaygın bilinçlenmenin geliştirilmesinin gerektiğini de bilmelidir. Ancak, toplumlar için barış arayışında olan insan, önce kendi kendisiyle barışık olmalıdır.

Bilgeye sorarlar: “Yeryüzünde bu acılar neden var? İnsanoğlunun bu ızdırapları yaşamasının sebebi nedir?”

Bilge: “Tanrı, insanları yeryüzüne bir kaya parçası olarak yollarmış... Sonra o kayadan bir insan ortaya çıkarabilmek için, onu yavaş yavaş yontarmış... Biz insanoğlunun canının yanması, kayaya şekil veren O sanatçının darbeleri imiş...”

Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum: “Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

 

 

 

 

AŞK MI, ZAAF MI, SEVGİ Mİ?


”Senin hiç yoktu.
 Benimse bir tane vardı.

 Seviyordum.” demiş Bertold Brecht.
Aşk, sevgi ve zaaf birbirine sürekli karışan, birbirinin yerine geçen, hangisi gerçekten aşk, hangisi sevgi, hangisi sadece zaaf karar vermekte güçlük çektiğimiz çoğu kez birbirlerine gebe ilişkilerimizin çok yönlü duygularıdır.
“Sevdiğimle ayrıyız artık, aslında ben onu seviyorum, o da beni çok seviyor, ama birlikte olamıyoruz.” diye başlayan sohbetlere hep kulak misafiri olmuşuzdur.
Çok âşık olmuşlar, evlenmişler. Kısa zaman sonra yormaya başlamış birlikte yaşam.

Hikâye bu ya, kadın sıkılmış ayrılmak istemiş, ama yapamamış. Kavgalar, bağırış çağırış derken adam, çok sevdiğini zannettiği kadının beceremediğini yapmış, gitmiş boşanma dilekçesi vermiş. Ayırmışlar yollarını, üzerinden aylar geçmiş karşılaşmışlar bir gün.

Kadın adamın omzunda başlamış ağlamaya, “Biz neden kendimize bunu yaptık?” diye.

Adam, vaktiyle ilişkinin bitmesini isteyen, halen çok sevdiğini zannettiği o kadın ağlarken omzunda, zafere benzer bir duygu hissetmiş. Kazanmış olmanın, haklı olmanın gururu karışmış kadının gözyaşlarına.
Kusura bakmayın ama bu ne aşk, ne sevgi, bu sadece zaaf.

Kazandığımızı sanıyorken kaybettiğimiz, o çok sevdiğimiz insanın gözyaşları bize haklılığımızı gösterse dahi, kalbimizi paramparça eden bir şey olmalı değil mi?
Aşk bir heyecan, ama sevgi oluşmuşsa eğer, kazanmaktan ırak, içinde zafer çığlığına yer olmayan bir duygu bence. Aşkın ömrü kısa olup sevgi yoksa eğer, kolaylıkla zaafa dönüşebiliyor.

Bir başka zaaf çeşidi ise bile bile bütün bize çektireceği acıları, mutsuzlukları, huzursuzlukları peşinen kabul etmek, kendimizden nefret ederken bile ona âşık olduğumuzu zannetmeye devam etmek. Her gel dediğinde koşa koşa gitmek, sanki bedenimize bir mikroçip yerleştirilmiş, kumandasını da karşımızdakine vermiş bizi oynatmasına izin vermek.
Ama sevgi olunca bütün hayatımızı bilincimizle onun öncülüğüne bırakıyoruz, ama bunu yaparken hiç pişman olmadan, bilerek isteyerek yapıyoruz.
Sevgi olunca o hayatınızdan çıkıp gidince dahi, onun kalbimizdeki yeri ayrı olur. Başı sıkıştığında yardım etmek isteriz, mutlu olsun iyi olsun isteriz. Bizim kalbimizi parçalara ayıran insanı değil, bize dünyanın en kocaman sevdasını yaşatan insanı hatırlarız.
Aşkın içine bazen kızgınlık, bazen kırgınlık karışabilir ve aşk nefrete dönüşebilir. Nefret girmişse işin içine, siz zaafınızın esiri olmuşsunuz demektir. Zaafınızın kurbanı olmak, canınızı sıkar. Hem kendinizden, hem ondan; hem nefret eder, hem de onsuz yapamazsınız.

Ama sevginin içine nefret karışmaz.
Aşkın ömrü 3 aysa, zaafın ömrü bilmem kaç yıl, sevginin ömrü ise hayat boyu bile olabilirmiş. Aşk ne kadar kısa ise, zaaf daha uzun, gerçek sevginin ömrü ise sonsuzmuş. Aşk başlangıçta yapıcı ise, zaaf o kadar yıkıcı imiş, ama sevgi hep yapıcıymış. Birine karşı duyduğumuz aşk ne kadar kuvvetliyse, zaaflarımız çok daha kuvvetli imiş, ama sevgide denge olurmuş, çünkü zamana bağlı değilmiş, zamanla gitgide artarmış.
Ama âşık olunca, hissettiğimiz zaaf ne kadar büyük olursa olsun, aşkın peşinden gidermişiz. Ama zamanla aşk, sevgiye dönüşemezse sonu hüsran olurmuş. Çünkü sevgi tekrar kendimizi bulmamızı, kendimizi büyütmemizi sağlarmış.
Bir kez daha düşünelim, bizi yerlerde süründüren ve göklere çıkaran adamların ve kadınların, hangilerine âşık olmuş, hangilerinin aşkını, zaaflarınızla karıştırmışız ve de hangilerini sevmişiz.

Sevgili eşim Nazan’ın yorumunu da size aktarmazsam haksızlık etmiş olurum.

Onlar ki, Aşk’ı tadıp zaman zaman zaaf’larına yenilmiş ve nihayetinde sevgi’yi bulmuşlar! Onlar ki, ‘aşk, zaaf ve sevgi’ üzerine şiirler, kitaplar yazmışlar, besteler, resimler yapmışlar. Onlar ki, tüm bu duyguların varlığını kabul edip, acısı ile tatlısı ile yaşamışlar... Ne mutlu onlara!

Mevlana: “Allah aşkını tatmak istiyorsan, önce hemcinsine âşık ol.” demiş... Aşkın kalıcı olmadığını  Schiller'in şu sözleri ne güzel açıklar:

“Ey aşk, güzel ve kısasın! Aşk insanı birliğe, bencillik yalnızlığa götürür. Ne kadar yazık, dünyevi aşkı tadamamış olanlara... Ve tadamadıkları için aşkın dönüşümünden oluşan duyguları da yaşayamamışlara ve gerçek ve sonsuz sevgiye kavuştuklarını sananlara!”
Dilerim her kul bir gün aşk’ı yaşasın ve o zaman sonsuz ve gerçek sevginin tadını çıkarabilsin.

 

                                                  

 

 

ATEŞ VE İNSAN


Yüzyıllar önce, dünyanın uzak ama çok uzak yerlerinden birinde bulunan bir adaya ateş, geç de olsa gitmiş.

Bu adada dört ayrı kabile bulunuyor ve adanın dört köşesinde birbirlerinden kopuk yaşamlarını sürdürüyorlarmış.
Bu adaya yakın bir kara parçasında, öğrencileriyle birlikte yaşayan bir bilge, bu adaya gezi düzenlemeye karar vermiş. Bir gemiye binmişler. Zor bir yolculuktan sonra adaya ayak basmışlar. Birinci kabileye ulaşmışlar.
Bu kabilede ateşi sadece rahipler kullanıyormuş. Ateşin kendilerine verilmiş bir kutsal armağan olduğuna, diğerlerini inandırmışlar. Sadece rahipler ısınıyor ve sıcak yemek yiyormuş. Diğerleri donuyor, üşüyor ve çiğ et yiyormuş.

Bilgenin öğrencilerinden biri: “Ben burada kalacağım ve bütün insanların ateşten faydalanmalarını sağlayacağım.” demiş.

Bilge ve öğrencileri onu orada bırakıp yollarına devam etmişler. İkinci kabileye gitmişler.
Bu kabiledeki insanlar ateşin ilahi bir güç olduğuna inanmışlar ve ateş yakmaya yarayan bütün araçlara tapıyorlarmış. Ama ateş yakan yokmuş.

Bir öğrenci: “Ben de burada kalıp bunlara ateş yakmayı öğreteceğim.” demiş. Orada kalmış.

Diğerleri yola devam edip üçüncü kabilenin yaşadığı yere gitmişler.
Bu kabilede, bir zamanlar ateşi adaya getiren adamın totemleri yapılmış ve her yere yerleştirilmiş. Halk ona tapıyormuş. Birkaç kuşak öncesi ateşi görmüş, getiren adamın tanrı olduğuna karar vermişler ve bu inanç yerleşmiş. Ama sonra kimse ateş yakmaya teşebbüs etmemiş.

Öğrencilerden biri de “Ben burada kalacağım.” demiş.

Bilge ve diğerleri dördüncü kabilenin köyüne yönelmişler.
Dördüncü kabile de ateş yakılmıyor ama ateş hakkında yayılmış abartılı söylentilere inanılıyormuş. Ateşin kendisi bir tür tanrı yerine konulmuş. Ateş yakmayı kimse bilmiyormuş, ama herkes ateşin gücü hakkında hikâyeler anlatıyormuş. Bir öğrenci de bu köyde kalmak istemiş.
Bilge ve öğrencileri adayı biraz daha dolaşıp dört köyde kalan öğrencileri almak için tekrar aynı yolu izleyerek geri dönmüşler.
Birinci köydeki öğrenci, konuşmaya başlar başlamaz rahiplerce suçlanmış. Bir yabancıya inanacağına kendi rahiplerine inanan halk da öğrenciyi yakalayıp yakmışlar.
İkinci köydeki öğrenci, halkın tapındığı aletleri kullanarak ateş yakar yakmaz halk korkmuş. Tapındıkları nesnelerin böyle kullanılmasına infial göstermiş ve öğrenciyi öldürmüşler.
Üçüncü köydeki öğrenci, bir insanın totemine tapmanın yanlışlığını belirterek söze başlayınca hemen öldürülmüş.
Dördüncü köydeki öğrencide ateşin gerçekte ne olduğunu anlatmaya başladığı anda öldürülmüş.
Bilge ve kalan öğrenciler gemilerine dönmüşler, geri dönmek üzere denize açılmışlar.

Bilge bu ada gezisinin sonucunu şöyle özetlemiş;
”Öğretmek bilmekten çok daha zordur. Bilmek istemeyenlere, bilgiye direnenlere bir şey öğretmek de en zorudur. Cahiller bildiklerine inanırlar ve yeni bilgilere direnirler. Ama aynı zamanda bir huzursuzluk içindedirler, bu yüzden de gerçekten bilen insanlardan nefret ederler. Onları yakarlar, öldürürler...”

”Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.” demiş Hz. Mevlana.

İnsan, bilgisiz doğar fakat bilgisiz yaşayamaz. Bilgi, insanın ilkin varlığını sürdürebilmek, sonrada kendisini gerçekleştirebilmek için temel bir koşuldur.

Bilgi, hazır değildir. İnsan yalnızca bilmenin olanaklarına sahiptir. Yaşama bakımından bilgi kuvvettir. Bilgi yalnızca doğanın insana karşı güçlerine direnebilmenin, doğadan daha iyi ve daha çok yararlanabilmenin, doğaya egemen olabilmenin kuvveti değil; doğru yaşamanın, insanın kendi özüne göre yaşamasının, özgürlük kuvvetidir.

 

 

 

 

İYİLİK, KÖTÜLÜK VE OLGUNLUK

 

... 20’li yaşlara kadar iyilikle kötülüğün  ülkesi, kalın sınır çizgileriyle ayrılıyor birbirinden. Sıkı dostları ve  düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye seviyor ya da ölesiye nefret ediyor onlardan.
30’larından sonra ise kendine göre yorumlamaya başlıyor.

İyi  sandıklarının hıyanetiyle tanışıyor, sırtında dost işi hançer darbeleriyle. Ve en kötü zannettiği kişi ise şefkatle imdadına yetişiveriyor.
Zaman  geçip de belli bir yaşa gelince insan, iyiyi  kötüden ayıran hudut çizgilerini  birbirine karıştırıyor. İyiliklerin içindeki kötüyü ve kötülerin içindeki  iyiliği de keşfetmeye başlıyor ama ayırt etmekte zorluk çekiyor. Anlıyor ki iyi insan / kötü insan yok. İnsanın içinde iyilik ve kötülük var.

İyilerle kötüler, halatın bir ucundan diğer tarafa çekmiyor. İyilik ve kötülükten örülmüş olan halat, insanın kendisi.
Bunu anlayınca, nefretin birden sevgiye dönüşmesine, acıların sonunda sezgilerinin ve hoşgörünün artmasına şaşırıyorsun. Tevazu ile gurur, haysiyetsizlik ile onur, tüm hayatta iç içe. İnsan, şuuraltındaki isyankârla sahtekârı, günahkârla tövbekârı bir arada fark etmeye başladığında çelişkiler yaşıyor.

Aslında hükmedenin de ve boyun eğenin de, zulmedenin de, acı çekenin de kendimiz olduğunu fark ediyoruz. Hem şiddet, hem merhamet kendi eserimiz. Minneti nefrete, korkuyu cesarete, zaferi hezimete çeviren biziz. Hayatımız hem muhteşem hem haysiyetsiz, mağdur ama mağrur, bayağı ama asil.
İşte bunları fark etmek kolaylaştırmalı yaşamımızı...

Fark ediyoruz ki toplumlar gibi biz insanlar da kendi iç savaşlarına borçlu ilerlemesini...
O zaman, iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir uğraşı bırakıp -başta kendimiz olmak üzere- insanların  içindeki iyiliğin peşine düşmemiz gerekli. Kıymet bilmeyi ve -yine başta kendimiz olmak üzere- herkesi hoş görmeyi öğrenmeliyiz.
Tükendikçe değeri daha çok biliniyor zamanın. Fark ediyoruz ki ömür azaldıkça boşa geçirmemek gerekli, kalan zamanı.

Saçlarımız gibi seyreldikçe ve döküldükçe değerleniyor dostlarımız. Günahları ve zaaflarıylada övünüyor insanlar, sevapları ve  zaferleri kadar.
Önemli değil kaç kez  yenildiğimiz. Önemli olan kaç yenilgiden sonra yeniden doğrulabildiğimiz.

Sonuç olarak öğreniyoruz ki güçlü insan, sorunlarımız varken güçlü kalabilendir. Sorun yokken zaten herkes kendini güçlü zanneder.
Bunların sonucunda, çelişkili  duygulardan, iyi ve kötü günlerin şifaları veya yaralarından olağanüstü bir ahenk çıkıyor ortaya ki; olgunluk diyorlar adına...

Olgun insan, öncelikle bağımsız bir kişilik sahibi, omuzları üzerinde bir baş taşıdığının farkında olan ve o başın da düşünmek ve karar için yaratıldığını bilen, içerisinde bir gönül taşıyan ve bu gönlün sevmeye ve nefret etmeye yaradığını bilen, “giydirilmiş vitrin mankeni” gibi olmayan insandır.
Olgun insan, kendi kendisiyle barışık, dolayısıyla kendisini bilen, sınırlarını, gücünü, zaafını, meziyetlerini bilen, hep kendi olmaya çalışıp bir başkası olmak için çırpınmayan, taklitçi değil, özgün olan insandır.
Olgun insan duygu, düşünce ve eylem dengesini kurmuş insandır. Ne sevgisini mantığına feda eder, ne de mantığını sevgisine. Önce düşünür, sonra inanır, en sonunda yapar. Düşüncesi inancıyla, inancı eylemiyle, eylemi düşüncesiyle çatışmaz, çelişkileri yaşamaz.

Olgun insan, zayıf ve güçlü yönlerini tanıyıp heyecan ve içgüdülerini yönlendirmesini bilen insandır.

 

 

 

 

BIRAKINIZ IŞIĞINIZ YAYILSIN


Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurmuş. Adam dürüst ve dost canlısı olduğu için insanlar onu seviyorlarmış. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlarmış. Çok başarılı imiş. Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırılmış. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlarmış.

Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırmış ve onlara bir görev vermiş; “İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu hak ettiğine karar vermek için her birinize yüzer TL vereceğim. Şimdi gidip bu yüz TL ile ne alabiliyorsanız alacaksınız ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.”
Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapılmışlar. Üçü de şehre gidip kendi paylarını harcamış.

Akşam geri döndüklerinde babaları sormuş: ”Birinci çocuğum, yüz TL ile ne yaptın?”
Çocuk cevap vermiş:

”Arkadaşımın çiftliğine gittim, yüz TL’ yi verdim ve on balya saman aldım.”

Sonra odadan dışarı çıkmış, saman balyalarını getirmiş ve açmış ve havaya savurma başlamış. Oda bir anda samanlarla dolmuş. Ama biraz sonra samanların tamamı yere inmiş, ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramamış.

Adam sormuş:

”Peki, ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın?”
”Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım.”

Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirmiş, açmış ve tüyleri bütün odaya dağıtmış. Zaman içinde bütün tüyler yere düşmüş, böylece oda yine dolmamış.
”Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?” diye sormuş adam.
”Verdiğin parayı cebime koyup, senin yıllar önceki dükkânın gibi bir dükkâna gittim. Dükkânın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 TL’sini hayırlı bir şeye hibe ettim. 20 TL’sini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 TL’sini camiye verdim. Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım.”

Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkarmış. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuş. Oda samanla veya tüyle değil, bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuş.
Baba çok memnunmuş:

“Çok iyi oğlum. Bu şirketin başına sen geçeceksin, çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel.”
Çeşitli üniversiteler ve kuruluşlarca yapılan araştırmalar sonunda iyi ve huzurlu bir hayata giden yolun sırları belirlenmiş.

Bazı saptamalara göre mutluluğa götüren 9 altın kural şöyle sıralanıyormuş:

1. Dış görünüşünüzü başkalarınkiyle karşılaştırmayın. Unutmayın siz bir yağlı boya tablo değilsiniz.
2. Hırslarınıza gem vurun. Hırslandıkça mutsuzluğunuz artar.
3. Geçinecek kadar para yeter. Çok para biraz mutluluk getirir ama fazlasını veremez. Zenginlik arttıkça saadet aynı oranda artmaz.
4. Dahi olmadığınıza üzülmeyin. Yapılan araştırmalarda fazla zekânın da mutluluk getirmediği görülüyor.
5. Mutluluk biraz da genetik. Bazı insanlar genetik olarak mutlu olmaya daha yatkındır.
6. Evliler bekârlara göre hayattan daha çok tatmin duygusu alıyor.
7. Allah’a ve öteki dünyaya inanmak hayata bir amaç ve anlam kazandırır. Yalnızlık duygusunu yok eder.
8. Bencil değil, verici olun.
9. Zarafeti elden bırakmayın, kırıcı olmayın.

 

 

 

 

 

 

BİZİM İŞİMİZ BUGÜNÜ YARINA TAŞIMAK

 

 

Eski zamanlarda, çocukken annem ile pazara giderdik. Alışveriş toptan yapılırdı. Demek ki çoğu kimse ihtiyaç sahibi idi ki sırtlarında küfe ile hamallar bulmak zor olmuyordu...
Hamallar için iki şey önemli idi. Yükü ve yolu…

Sırtına alacağı yükle, istenen yolu aşabilmeyi gözü keserse, ücret pazarlığı olurdu.

Yine böyle bir gün, pazardan yanımızdaki hamalla yola çıktık...

İhtiyardı. Küfe tepeleme dolu idi.

İçimden diyordum ki: ”Bu yükü bu amca taşıyamaz, gerekirse yardım ederim”
Nitekim biraz sonra dedi ki: “Mola vakti. Biraz dinlenelim”
Salarken küfenin ipini;”Sen de dinlen” dedi.
Ben zaten adamın yaşlı olduğunu, bu yükü taşıyamayacağını, bunun gibi bir hamalla yola çıkmanın hata olduğunu düşünüyordum.

Yarım saat kadar sonra gene durdu, oturdu, dinlendi. Yükünü indirip “Sen de dinlen.”, demesine kızdım hatta.

“Ben yılların hamalıyım,” dedi. “Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden, yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda...

Hâlbuki... Bir yükü ‘taşımak’ bizim işimiz; altında ezilmek, değil! Unutma ki bir yük, taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek, sen yükünü hafifletiyorsun!

Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. İnsanlar kafasının içinde yük taşımaya başlarlar.

Ama sen kavuşursan o zamanlara; aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma...

Akşamları bırak ve hafifle...

Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak. Bugünün altında yok olmak değil!

Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...”

Mitch Albom, Boyner Y. 1997 ‘Öğretmenim Mori'yle Salı Buluşmaları’ adlı kitabında, birbirinden ilginç o yanıtlarda şöyle bir ders var.
”Herkes öleceğini bilir, ama kimse buna inanmak istemez. Oysa öleceğimize inansak bazı şeyleri farklı yapardık. İnsan ölmeyi öğrenince yaşamayı da öğrenmiş oluyor.

Budistlerin yaptığını yap ve her sabah omzundaki küçük kuşa sor; ”O gün, bugün mü? Hazır mıyım? Olmak istediğim insan mıyım? Kariyer, iyi maaş, araba ve ev taksitleri... Hayattan istediğim şey bu mu?”
”Şuraya uzanmış yavaş yavaş ölürken rahatlıkla söyleyebilirim ki istediğin kadar güce ya da paraya sahip ol, yaşamı satın alamazsın.” diyor Mori...

Son bir 24 saatin olsa ne yapmak isterdin? sorusuna ise herkesi şaşırtacak kadar sade bir cevap veriyor.
”Sabah kalkar, jimnastiğimi yapar, ardından çörek ve çayla kahvaltı eder, yüzmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımı evde güzel bir öğle yemeğine davet eder, onlara ne kadar değer verdiğimi anlatırdım. Ardından ağaçlıklı bir bahçede yürüyüp renkleri, kuşları seyreder, doğayı içime çekerdim. Akşam sevdiklerimle bir restorana gidip yemek yerdim. Ardından eve gelir mükemmel bir uyku çekerdim.”

 

 

 

 

ŞANS SİZDEN YANA OLSUN!

 

Neden bazı insanlara şans hep güler de, bazılarının yanına bile yaklaşmaz? Hani, çölde bedevi, kutup ayısı misali.
Yaptığı araştırmalar sonunda bu sualin cevabını bulduğunu iddia eden, psikoloji profesörlerinden Richard Wiseman ortaya çıkardıklarını ‘Luck Factor-Şans Faktörü’ adlı bir kitapta yayınlamış.

Şans Faktörü adlı kitaptan aktarıyorum;
”İngiltere'de yayınlanan gazetelere ilan verip, kendilerinin hep şanslı veya şanssız olduklarına inanan insanların benim ile irtibata geçmelerini istedim.

Ortaya çıkan ilk sonuç, bu insanların şanslarının veya şanssızlıklarının sebeplerini bilmemekle beraber, davranış ve düşünce tarzlarının hayatlarındaki iyi  veya kötü talihe yol açtıkları idi.

Şanslı ve şanssız insanlara da gazete verdim ve gazetede kaç adet resim olduğunu bulmalarını istedim. Gazetenin sayfalarının bir tanesinde de “Bunu gördüğünüzü tecrübeyi yapan insana söyleyin ve 250 Sterlin kazanın.” diye bir ilan koydum. Bu yarım sayfa büyüklüğünde ve çok iri puntolarla dizilmiş bir ilandı. Buna rağmen  umumiyet itibarı ile şanslı insanlar bu ilanı gördü ama şanssız insanlar görmedi.
Şanssız insanlar, şanslı insanlara nazaran daha endişelidirler ve bunun yarattığı gerginlik de beklenmedik şeylerin farkına varmalarına mani olur. Netice olarak da başka bir şeyi düşündükleri için fırsatları kaçırırlar. Şanslı insanlar ise daha rahat ve açıktırlar.

Araştırmalarım; şanslı insanların dört  prensip neticesinde şanslı olduklarını ortaya çıkarttı.

Bu insanlar fırsat  yaratmak ve fırsatların farkına varmak sahasında usta olmuşlar. İçgüdülerine  kulak verip şanslı kararlar alabiliyorlar. Olumlu düşünerek  kendi kehanetlerini gerçekleştirebiliyorlar. Esnek  davrandıkları için de kötü şansı iyi şansa çevirebiliyorlar.
Bir grup gönüllüye bir ay boyunca  kendilerini şanslı hissetmeleri ve şanslı insanlar gibi davranmalarını sağlayacağına inandığım egzersizler yaptırdım.

Bir ay sonra gönüllüler gelip neler olduğunu anlattılar. Gönüllülerin %80'i şimdi daha mesut, hayatlarından daha  memnun ve en mühimi daha şanslı olduklarını beyan ettiler.

Araştırmalarımın neticesi şöyle özetlenebilir:

- İçgüdünüze kulak verin; içinizden gelen  ses umumiyetle doğrudur.
- Yeni tecrübelere açık olun. Her  zamanki hayatınızın, alışkanlıklarınızın biraz dışına çıkın.
- Her akşam, o gün içinde iyi giden işleri, meydana gelen iyi hadiseleri düşünün.
- Beklediğiniz bir toplantı, telefon konuşması gibi şeylerden önce kendinizi şanslı hissedin.
- Unutmayın şans, umumiyetle kendi kehanetinizin gerçekleşmesidir.
- Siz de hayata gülümsemeyi öğrenin.”

Hani herkes tavlayı şans oyunu olarak görür ya! Ama görünenin bir başka yüzü de var.

Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu yanında bir mektup ile hediye olarak Pers imparatoruna göndermiş.
Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmış; “Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. İşte hayat budur!”
Pers İmparatoru, dönemin en âlim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesini ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini istemiş.

Vezir, haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer daha sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar.

Pers imparatorunun baş veziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu, dünyanın en popüler oyunlarından biri.

Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. 

4 köşesi 4 mevsimi, tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı, pulların toplamı ayın 30 gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatini simgeler.

Buzur Mehir, Hint İmparatoruna satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlamış;  

“Evet! Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır. Ama biraz da şans gerekir. İşte hayat budur!”
Şans sizden yana olsun!

 

 

 

SEVDİKTEN SONRA, SEVGİNİN DİLİ HEP AYNIDIR

 

Çocukluğumuzun geçtiği evlerin bahçesinde veya balkonlarında rengârenk çiçekler açardı... Hepimiz bazen farkında olarak bazen farkında olmayarak bu çiçekleri çok severdik.
Anamız veya babamız çiçeklerin bazılarını hep duvar kenarına dikerlerdi. Gölgeyi sever bazı çiçekler derlerdi… Oysa hepimiz okulda bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını öğrenmiştik. Bitkilerin güneş ışığına muhtaç olduğu öğretilmişti bize.

Düşünürdüm; ne tuhaf bitkiler var, her bitki güneşi severken, onlar neden gölgeyi tercih ediyorlar diye. Bazı çiçeklerin, diğer çiçeklerden çok farklı olduğunu yıllar sonra keşfettim.

İşte o zaman, insanların da çiçekler gibi farklı değerlerinin olduğunun farkına varmaya başladım.

Enerjimi düşüren, sadece dedikodu üreten insanlardan kaçmaya başladım.

Bir bilene, “İyi ve sağlıklı adam kimdir?” diye sorduklarında, bir süre düşündükten sonra verdiği cevap çok güzel. “Sevebilen ve çalışabilen!”

Çalışmak çok güzel bir şey olsa çalışana ücret ödenmezdi. Birtakım madde zenginleri çalışmayı angarya gördükleri, emek harcamayı sadece basit ve ihtiyaç sahibi insanların yapabileceği angaryalar olarak kabul ettikleri halde bu zengin insanlar, yaşlarına uygun muhtelif sportif faaliyetlerle zamanlarını geçirerek bedeni çalışmalar yapmışlar ve bu faaliyetlerinin sonucunda sevgiye, paylaşmaya özlem duymuşlar, dost edinmeye çalışmışlardır.

Sevgi çalışmayı doğurur, çalışmak üretmeyi temin eder. Üretmek paylaşmayı sağlar, paylaşmak mutluluğu arttırır, mutlu olan ise çalışma şevki duyar.

Hayat öyle beklenmedik gelişmelerle, kader o derece garip hadiselerle doludur ki, hiç umulmadık bir zamanda, hem de en güvendiğiniz dosttan ciddi bir darbe yiyebiliriz. İşte bizim ilahi sınavımız, “adam olup olmadığınız" o zaman belli olur. Sevenlerimiz için, bize ihtiyacı olanlar için veya hiç biri olmasa da kendimiz için ayakta kalmak zorundayız. Mücadeleyi bırakmamak, haysiyet ve vakarla ayakta kalmak mecburiyetindeyiz.

İşte o zaman elimizde ve çevremizde ne olduğuna iyi bakmalıyız.

Hani bir atasözü vardır ya: “Dost diye güvenme, başına bir hal gelmeyince.”

İyi günlerimizde sevgiyle ürettiklerimiz, bizim kötü günlerimizdeki tek dayanağımız, desteğimiz, teminatımızdır. Kardeşlik, dostluk, dayanışma, yapıcı bir silâh olarak geri döner. Ektiklerimizi biçeceğimiz an gelmiştir. Eğer sevgi ve saygı ektiysek, onu; bencillik ve nefret diktiysek bunu biçeriz.

Sevgimize önyargı koymayalım. Her şey sevinceye kadar farklıdır. Sevdikten sonra ise sevginin dili hep aynıdır.

Çok sevdiğim küçük hikâyecikleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

İlki Mevlana’dan…
Mevlana, öğrencilerinden biriyle giderken birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görür. 

Öğrencisi: “Güzel bir kardeşlik örneği.” der. “Keşke insanlar da bunlardan ibret alsa.”
Mevlana, tebessüm ederek karşılık verir: “Aralarına bir kemik atıver de gör kardeşliklerini...”

İkincisi anonim…

Kadıköy camiinde vaaz vermekte olan Orhan Demirci hocaya: “Hocam?” diye sormuşlar. “At nalını evimizin kapısına asarsak uğur getirir mi?”
Demirci hoca: “Zannetmiyorum.” diye cevap vermiş. “O nallardan her atta dört tane var amma,
bütün gün kamçı yiyip duruyorlar.”

Örf ve adetlerimiz…

Amerikalı iş adamı, Çinliyle alay ederek sormuş: “Mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ölüleriniz ne zaman yiyecek?”
Çinli başını kaldırmadan cevap vermiş: “Sizin ölüleriniz koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman...”

Farabi’den…

“Lafı uzatanlara ne yapmak lazım?” diye Farabi'ye sormuşlar.

Şöyle demiş: “Uzun konuşanı kısa dinlemeli.”

“Yeteneğini aşan rolü üzerine alırsan, bu rolü iyi oynayamadığın gibi; yapabileceğin rolü de terk etmiş olursun.” demiş Epiktetos.

“Öğrenip de öğrendiğine göre yaşamamak, tarlayı sürüp tohum atmamaya benzer.” demiş Şirazlı Sâdi.

Dilerim hepimiz kendi gönül tarlalarımızı sürüp tohumları atıp bol mahsul alırız.

 

 

 

KÜÇÜK ŞEYLER

 

Kendini bilmezlik, kısaca şu:

Rollerimizin büyüsüne kapılıp kendimizi ben’imizi geri plana itiyorsak, rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayamıyorsak rol tutsaklığı içindeyiz demektir.

Rol tutsaklığı; kişinin rolleriyle övünmesi, kendine ait rolleri, farkında olmadan kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi kendimizden üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda rollerimizin altında eziliriz. Kendimizi bir kenara atmış oluruz.

“Ben” dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. “Acıkan, yiyen - içen ben” var. “Konuşan, düşünen, algılayan ben” var. Bunlar biyolojik ve psikolojik rollerimiz. Bir de sosyal rollerimiz, mesleki rollerimiz var. Evlat, anne, baba, öğrenci, mimar, öğretmen, doktor, müdür, alıcı, satıcı vb. rollere bürünüyoruz.

Sosyal / toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki, giderek psikolojik rollerimizi küçümser; hatta unuturuz. Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de, “konuşan, düşünen ben”i küçük bir şey olarak algılarız.

Bir Çinli bilgenin sözü:

Doğduğun zaman 1’sin, sadece bir 1.

Zamanla 1’in sağına sıfırlar eklersin. Diplomaların olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın. Bunların her biri bir sıfırdır; ama 1’in sağına eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin: 10.000.000.000...

Bütün bu sıfırların ne zaman kadar değeri vardır?

Sen hayatta olduğun sürece.

Sen öldün, 1 gitti, 0.000.000.000...0 oldu. Sıfırların hiçbir anlamı kalmadı.

İşte “1 bizim psikolojik rollerimizi, 0’lar ise sosyal rollerimizi sembolize ediyor.” diyor bilge.

Var oluşumuzu bilinçle yaşayamadığımız zaman, sahip olduğumuz toplumsal rolleri giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz. Çevremizde emekli olan bazı kişilerin büyük sıkıntıya düştüklerini gözleriz. Kendilerini sadece “müdür, politikacı, paşa, eş, evlat” diye tanımlayanlar, gün gelip de bu rollerini kaybettiklerinde sudan çıkmış balığa dönerler. Emekli olduklarında kendilerini boşlukta hissediyorlar. Bazı rütbeler / makamlar / roller bir ayrıkotu gibi yaşam bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde; artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür kalıyor elimizde.

Kendimiz ile sahip olduklarımız arasında ayrım yapmakta güçlük çekeriz. Oysa her insan sahip olduğu eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup düşünen, seyredip dinleyen bir ben’e sahiptir. İçimizdeki bu sap sade ben’e sahip çıktığımızda, o güne kadar tatmadığımız özlediğimiz mutluluğu yakalayabiliriz.

Toplumsal değerler, insan yaşamının önemli bir yanını oluşturuyor. Yüceltilen değer, belirli bir insan davranışının veya yaşam amacının bir başka değerden daha üstün olduğu yönündeki tutarlı ve derin inançtır. Değerler, toplumdan topluma ve zaman içinde değişir. Toplumlar, değerleri doğrultusunda bazı davranışların sergilenmesini takdirle karşılar. Örneğin: Sadakat, sevgi, cesaret, dostluk, temizlik, saygı, dürüstlük, nezaket ve benzerleri; önem verilen toplumsal değerlerdir.

Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata varmış:

1.Ortamına göre değerlere uymak,

2.Keyfimizin / moralimizin iyi olup olmamasına göre değerlere uymak,

3.Karşımızdaki kişiye göre değerlere uymak.

Birinci hata, ortama göre değerlere uymaktır.

Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı ortamlarda uymayız. Örneğin: “Temizlik” değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir. Bu değere ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü ortamına göre uyuyor. Örneğin: hiç kimse evindeki halıya, koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan çok kişi var. Ortama göre davranıyoruz.

Listeyi uzatabiliriz. Trafik kurallarını çiğneyen, “Ama kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım?” diyor.

Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya çalışırken “Ama...” diye başlayan mazeret cümleleri kurduğumuz zaman, bu tavrımız söz konusu değeri yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek, içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan, ortama göre davranmadan uyarız o değere.

Konuya ilişkin başka pek çok açıklama yapılabilir. Örneğin: Bizim bugün şehirlerdeki, piknik yerlerindeki, çöp atma rahatlığımızın nedenlerinden biri, göçebe yaşamış dedelerimizin doğadaki rahatlıkları olabilir. Onlar; yayladan göçerken, doğal atıklarını çevrede bırakabilirlerdi. Doğa bunları özümler, içine sindirebilirdi; ancak bugün, teneke kutuları, naylon poşetleri doğa içine sindiremiyor. Belki bu yüzden eski alışkanlıklarımız, yeni dünyada sorun yaratıyor.

İkinci hata, keyfimize göre davranmaktır.

Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa; keyfimiz yoksa çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle davranmak bize gayet doğal gelir. İşyerinde canımız sıkılmışsa, ev halkına sinirli davranırız; trafikte canımız sıkılmışsa işyerinde çevremizdekilere öfkeleniriz. Kısacası herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa, moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman zaman saygısızlık ederiz.

Dünya Kupasında üçüncülük maçını anlatan TRT spikeri şöyle diyormuş: “Sevgili izleyiciler, inanmayacaksınız, ama maçın bitimine bir dakika var. Ve bir tek Koreli stadyumu terk etmedi.”

Maç bitmiş, Koreliler yenilmiş. Spikerin hayreti daha da artmış. Çünkü bir tek Koreli bile stadyumu terk etmemiş; ve üstelik tüm izleyiciler her iki takımı birden alkışlıyorlarmış. Ve dahası tribünlerde iki bayrak belirmiş. Türk bayrağı daha büyükmüş, Kore bayrağı daha ufak. (Bu da ev sahibi nezaketi olsa gerek.) Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı davranabiliriz, davranmalıyız.

Üçüncü hata, karşımızdaki kişiye göre değerlere uymaktır.

Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz, karşımızdaki kişidir. Örneğin: Fiziksel açıdan ve statü açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız, davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm insanların onurları eşittir. Bu yüzden ayırım gözetmeden hepsine saygılı davranmalıyız.

İnsanların onurları eşittir.

İnsanoğlu bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. Konfüçyüs’ün çok güzel bir deyişi var.

“Bilmeyen bilmediğini bilmeyen, aptaldır. Ondan sakının.”

Sokakta herhangi birilerini durdurup “İnsanlara saygılı mısınız?” diye sorarsanız, hemen hepsi “Evet.” der. Ama bu evetçilerin birisi müdürdür, hata yapan elemanını azarlar; diğeri doktordur, köylüye “sen” der, şehirliye “siz”; bir diğeri güvenlik görevlisidir, karşısındakine hakaret eder. Her ne kadar insana saygılı olduklarını iddia etseler de; bu müdür, bu doktor, bu güvenlik görevlisi insana saygılı değildir.

Kişiyi topyekûn eleştirmek insana saygısızlıktır, insan onurunu umursamazlıktır. Bir profesörün onuru, bir çöpçünün onuruna eşittir. Bir kapıcının onuru, bir genel müdürün onuruna; hekimin onuru, hastanın, hastabakıcının onuruna eşittir ve bir müfettişin onuruna eşittir.

Benim onurum, herkesin onuruna eşittir. Hepimizin bilgisi, yetkisi, statüsü farklıdır. O çöpçü, benim iş yerime gelip proje çizme yetkisine sahip değildir; ben de sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine sahip değilim. O çöpçü evinin kralıdır. Köyüne gitse, kuyruk olup elini öperler. Ben kendimi ondan üstün göremem. Tüm insanların onurları eşittir.

Bir yönetici, bir müfettiş, başlangıçta iyi niyetle işini hakkıyla yapabilmek amacıyla, iş ilişkisi içinde bulunduğu kişilere mesafeli durmaya başlıyor. Giderek bu mesafeli duruş, kendini üstün görmeye dönüşebiliyor. Bu kişiler, hem mesafeden hem de hiyerarşideki konumlarından ötürü, kendilerini her açıdan, bu arada onur açısından da ötekilerden üstün görmeye başlıyorlar. Bu durum, ötekilerden daha fazla uzaklaşmalarına yol açıyor. Sonuçta kendi yalnızlıkları artıyor, ötekileri mutsuz ediyorlar ve iş zarar görüyor.

Bir müfettiş, başlangıçta işini iyi yapabilmek amacıyla ciddi davranıp giderek üstatlarının abartısına kapılarak, kendini gökten inmiş tanrı gibi hissetmeye ve teftiş heyeti başkanından başka dünyada kimseye saygı duymamaya da başlayabilir. Ya da ilişkiyi ve işi ayırt edip tüm insanlara saygılı, ama işinde tarafsız olabilir.

Kendilerini herkesten üstün görenler, kendi onurlarına onulmaz biçimde hayran olanlar, insan ilişkileri konusunda kendilerini eğitimle geliştirebileceklerine inanmayanlar için hindi ve tünel hikâyesini hatırlayalım:

Küçük çocuğun dedesi, giderek derinleşen, üstü dallarla örtülü, yaban hindisinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli derin bir çukura bağlar.

Toprağın yüzeyinden tünelin içine doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir çıkış yolu vardır: Başını eğip tünelden gerisin geriye gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için çukurdan çıkamamaktadır.

Torun, dedesine: “Dede, hindi niçin kafasını eğip tünelden dışarı çıkmıyor?” diye sorar.

Dedesi: “Yavrum, hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan çıkamıyor.” der.

Çukurlar içinde kalakalma tehlikesi hepimiz için vardır. Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna inanırsak, bu tehlike bizden uzaklaşır.

Anadolu’da: “Boş başak, dik durur” derler. Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, eğilmeyi de biliriz; ve bu yaşam kalitemizi arttıracaktır.

Hangi ortamda olursa olsun - evde veya sokakta - ekmeğe saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız. Kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız. Hatta öperiz ekmeği. Yerdeki ekmeği kaldırma konusunda, büyük - küçük veya buğday - arpa ayırım yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da yerdeki ekmeğe basmayız. Kısacası ekmeğe çok saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı, birbirimize göstersek çok daha huzurlu yaşarız. Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir.

İyi de eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz, çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi? Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok gördüm.

Çelişkilerimiz ve ikilemlerimiz. Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması bir çelişki sayılabilir. İnsan, sahibi olduğu çelişkili düşüncelerin genelde farkında değildir. İkilem ise iki farklı davranıştan hangisine yönelmek gerektiği konusunda sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip olduğumuz çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde farkına varmayız. İkilemde ise farkında olduğumuz bir kararsızlık söz konusudur.

Bir dostunuzu hem seviyor, hem de ona kızıyorsanız ve bu iki zıt duyguya / düşünceye birlikte sahip olduğunuzun farkında değilseniz; bu durumu bir “çelişki” olarak adlandırmak gerekli. Ama eğer bir arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar veremiyorsanız veya yapacağınız iki meslekten hangisini seçeceğinize karar veremiyorsanız; bir “ikilem” içinde olduğunuz belli.

Çelişkiler ve ikilemler, farkında olduğumuz ve olmadığımız sıkıntılar yaratır. Bazen bir işi hem yapmak istersiniz, hem yapmak istemezsiniz. Hem çalışmak istersiniz, hem çalışmak istemezsiniz. Bu ikileminizi “can sıkıcı bir saçmalık” olarak adlandırırsanız sıkıntınız artar. Ama bu ikilemimizin yaşamın doğal bir parçası olduğunu düşünürsek, onunla uzlaşma / çözme şansımız artar.

İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası. İkilemlerden arınmış bir dünya mümkün görünmüyor. İkilemler evrenin her köşesinde olabilir. Ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek, çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum sağlamak olmalıdır. İkilemler içinde olmak bizi kısıtlar: “Onu mu seçeyim, bunu mu seçeyim?” diye sıkıntıya gireriz.

Ama aynı zamanda ikilemlere sahip olmak özgürlük sayılır. Çünkü ikilem var demek, seçenekler var demektir, seçebileceğiz demektir. Belki de bu yüzden ikilemler karşısında bunalırken, bir yandan söylenip bir andan da sevinmek gerekir.

Moda konusunda, insana özgü, insanca bir çelişki sergileriz. Hem modaya uygun giyinmek isteriz, hem de giydiğimiz başka kimsenin üzeride olmasın isteriz. Bu bir ikilemdir.

Yaygın ikilemlerimizden biri de, babaların davranışlarında gözleniyor.

Babalar kızlarıyla, oğullarıyla gurur duyuyorlar. Ama bunu yeterince açık ifade etmiyorlar. Nice baba var çevredeki gençleri beğenir de bir kendi oğlunu beğenmez, bir tek kendi oğluyla gurur duymaz. “Bu oğlan adam olamayacak. Bu oğlan benim istediğim gibi değil. Benim istediğim gibi olsun, canımı alsın.” der. “Senin istediğin nedir, yaz öğrenelim.” desek, yazamaz. Çünkü bu babanın kafasındaki belirsiz bir rol tanımıdır.

Gençlerin ana babalarına, ana babaların çocuklarına yönelik ikilemli / çelişkili duyguları olabilir. Çocuklarımıza kızabiliriz. Saldırmadan, küsmeden, uygun lisanla ifade edelim. Madem aynı anda onlarla gurur duyabiliyoruz, o halde gurur duyduğumuzu da ifade edelim. Böyle yaparsak doğru davranmanın ötesinde, dürüst de davranmış oluruz.

Dürüst olma yollarından birisi, içimizdeki duyguları sansürlemeden dışarıya ifade etmektir. İkilemlerimiz olabilir. İkilemleri ifade etmek de bir dürüstlüktür. Kendi içimizde, ikilemlerin bizi sıkıntıya soktuğu yetmiyormuş gibi, bir de tutar birbirimizi ikilemlere iteriz. En kötüsü de bazen eşler birbirlerine: “Ya ben, ya işin!” ya da “Ya annen, ya ben!” derler. İki seçenekten birisini seçmek zorunda kalmak zordur: Bazen ruh sağlığımızı bile bozabilir. Oysa yaratıcı düşündüğümüzde yeni yollar bulabiliriz: “Hem bu, hem o” diyebiliriz.

İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak, zorlanmak, yaratıcılık değildir.

Üçüncü seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır. Üçüncü seçenek uzlaşma getirebilir.

Kimimiz bir çocukla ayaküstü sohbet etmek istediğimizde, aklımıza daha yaratıcı bir soru gelmediği için: “Söyle bakayım, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı?” diye sorarız. Şimdi çocukcağız ne cevap versin? Annemi mi desin, babamı mı? Tut ki cevap verdi. Bu cevap ne işimize yarayacak? En fazla çocuğu sıkıntıya sokmaya yarayacak.

Özetleyerek ifade edecek olursak, olayları “1 veya 0” diye değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Buna günlük yaşamda “Aristo mantığı” deniyor. Bu ifade, “ya hep, ya hiç” anlamı taşır. Bu düşünme şekline göre: Bir şey ya doğrudur ya yanlış, ya siyahtır ya beyaz. Griler yoktur.

Bugün, günlük yaşamda bazen Aristo, bazen kuantum mantığı kullanabileceğimizi düşünmeliyiz. Oysa “siyah veya beyaz” diye düşünme yerine, grileri de dikkate alsak, bu mantığı öğrenmeye başlasak, siyah ile beyaz arasında çok sayıda gri bulunabileceğini düşünsek, uzlaşma ihtimali artacaktır. Aslında zaten bu mantığı dolaylı olarak yaşamın her alanında kullanıyoruz.

 

 

 

 

KÖPRÜLER

 

Birinci çeşidi; iki kara parçası arasında madde iken, ikinci çeşidi ise sevgililer arasında, anne ve babayla çocukları arasında gönül paylaşımında olabilir.

Birinci çeşit köprüler, fiziksel köprülerdir; maddeyle, hesapla üretilir. Sağlam yapılırlar, bakımları ihmal edilmez.

İki insan arasında kurulan ikinci çeşide “gönül köprüleri” de diyebiliriz. Malzemesi değişmez hiç. Gönüldür…

Gönülden gönüle köprü kurmak kolay gibi gözükür, ama dayanıklı değildir. İnsanlar emek verirler, masraf ederler, ama bakımını hep ihmal ederler.

Hâlbuki gönül köprülerinde asıl emek verilecek şey, periyodik bakım değil, sürekli bakımdır.

Dışarıdan “Çok sağlam, bunu kimse yıkamaz.” denilen gönül köprüleri kısa zamanda ilk fırtınada yıkılıverdiği gibi, kişilerin sağlamlığı konusunda tereddüt ettikleri fiziksel köprüler uzun yıllar kalıcı olabilir.

Köprü inşasında bu iki tür köprüdeki önemli bir fark, mühendislerinin pişme aşamaları...

Fiziki köprülerde hesap kitap çok önemlidir. İşte bu sebeple mühendisin daha önce yaptığı köprülerdeki doğrular iyi bir referans olur...

Gönül köprülerinde ise tam referans söz konusu değil. Referansa gerek yoktur. İnsan gönüllerinin yaptığı ve çeşitli nedenlerle zarar gören her köprü, insana eşsiz deneyimler kazandırır. Yıkılan gönül köprüsünün, insanın yaşamına verdiği olumlu kazanımlar çok önemlidir.

İki farklı köprü türü için aradaki en önemli fark, sürekliliktir.

Gönül köprülerinde süreklilikte, “güzellik” en önemli uygulama kıstasıdır. Güzellik dendiğinde aklınıza gelebilecek her şey, ama her şey, söz konusu köprünün güçlenmesi için çok önemlidir...

Gönül köprülerinde, bakım zamanı söz konusu değildir. Yaşanan zaman diliminde, bakım kendiliğinden belirir. Öyle, şu saate bu yapılır gibi kuralları yoktur. Güzellikleri paylaşmak, paylaşım uğruna bazı rahatlıklardan vazgeçiş… Bizim köprülerimizi yıkılmaz yapar.

Fiziki ve gönül köprüleri arasında son ve en bariz fark ise zamanla ilgilidir. Fiziki köprü ne kadar iyi bakılırsa bakılsın, maddenin yorulması gibi nedenlerle, zamanla sağlamlığını kaybedecektir. Her geçen yıl köprünün eskimesi kaçınılmaz olacaktır.

Hiçbir fiziki köprü için “bu yıl geçen yıldan daha sağlam” olduğu ifadesini kullanamayız...

Sırası gelmediyse maskeleri çıkarmanın,
Sırası gelmediyse toprakta ve gönüllerde yeşerene su vermenin,
Sırası gelmediyse onurluca yaşamanın
Ve sırası gelmedi ise kalplerdeki mührü kaldırmanın,
Elbette vicdanlar ateşten geriye kalan bir kül misali savrulurlar savrulurlar savrulurlar…

Gönül köprüleri için ise zaman köprüleri güçlendirecektir. Paylaşımlardan geçmiş bir gönül köprüsü her dönemde, bir önceki zamandan hep daha da güçlüdür.

Dilerim sağlam gönül köprüleri kurarsınız...

 

 

 

 

HANGİ YALAN

 

Boyun eğme yalanı, içinde bulunduğumuz grubun veya karşımızdaki kişinin düşüncelerine, ilişki veya ilişkilerimizin zarar görebileceği düşüncesiyle asla karşı çıkmamaktır. Örneğin patronumuzun, arabamızı tamir eden ustamızın ya da kayınvalidemizin aşırı uçta yer alan düşüncelerini dinleyip “duymamış gibi” davranabiliriz. Davranışımız üstü kapalı bir boyun eğmedir. İşsiz kalma endişesini, ustanın o ilçe içindeki tek usta olduğunu, kayınvalidemizin akrabamız olmayı sürdüreceğini ve aramızın bozulmasının iyi olmayacağını, zaten bu insanların düşüncelerini değiştiremeyecek olduğumuzu düşünürüz.
Şahsi nedenlerle durumun olduğu gibi kalmasını, değişmesine yeğlediğimiz durumlar, boyun eğme yalanının oluşmasını sağlayan durumlardır. Bu, ikiyüzlülük gerektiren bir yalandır. Ancak her birimiz kendimizi boyun eğme yalanına kaptırarak yalana uygun kılıf hazırlayacak bir mantığı oluşturmayı başarırız.

Bu konuda başarılı olanlarımızın yalan kılıfı, söylenilmek istenileni yine kendi yakınlarımıza, hatta hasmımıza söyletebilmektir. Bunu yaparken de amaçlanan, görüşü, yakınlarımızın, hasmımızın kendi görüşü haline getirmek hünerini gösterebilmektir.

Kısaca sonuca ulaşıldığında, kim neyi yediğinin farkına bile varmamalıdır.
Hikâyeye göre, bir Alman, bir İtalyan, bir Fransız ve bir İngiliz aralarında köpeğe hardal yedirmek konusunda iddiaya tutuşurlar.
Alman önceliği alır, hardalı topak yapar ve köpeğin ensesinden tutarak zorla ağzına tıkar. Hayvanın ağzı yandığı için hardalı yemez ve çıkarır.
İtalyan hemen atılır, “Öyle olmaz.” der ve hardalı makarna şeklinde ufak parçalar halinde bölerek, köpeğe yedirmeğe çalışırsa da hayvanın ağzı yine yandığından o da başaramaz.
Fransız da konuya kendi açısından yaklaşarak hardalı önce sulandırıp sos olarak köpeğe yedirmek için uğraşırsa da bu uygulama ile de bir sonuç alamaz.
Sıra İngiliz’e geldiğinde, İngiliz, önce köpeği okşayarak yanına çeker, sırtını sıvazlar, sonra, hardalı topak yaparak hayvanın poposuna yapıştırır. Köpek ardı yandıkça başlar hardalı yalamaya. Kısaca, canı yandıkça yalar, yandıkça yalar ve sonuçta yalaya yalaya hardalı bitirir.
Akıllı insanlar, hedef seçtikleri insanları, istedikleri çizgide tutabilmek için onlara  hardalı öyle yedirirler ki o insanlar, neyi yediklerinin farkına vardıklarında iş çoktan geçmiş olur.
Bir de unutma yalanı var. Erkeğin erkek, kadının kadın olmasına yardımcı olan; ancak ellerinden olası bir mükemmelleşme umudunu da alan küçük gündelik gevşeklikler yelpazesi içinde, kotarması kolay olduğundan çok yaygın bir toplumsal yalandır, unutma yalanı.
Sosyal açıdan kabul gören bir yalan çeşididir ve bütün yalanların bir yerde çeşitlemesidir.

Görünüşte pek de önemli olmayan hilelerle, gerçeği bütünüyle söylemeyerek değiştirmemize neden olur. Örneğin; önceki akşam eve geç döndüğünüzü söyler, ancak kiminle birlikte olduğunuzu söylemekten kaçınırsınız.

Söylediğiniz tam olarak yalan değildir; ama vermeyi kasıtlı olarak unuttuğunuz bilgi gerçeği değiştirerek gerçeğin arada bir yerde kaybolmasına neden olmuştur.
Unutma yalanı, gerçekliğe karşı dürüst olduğunuz an yok olacak olmasına rağmen, yapabileceğimiz bir şey yok, engel olamıyoruz...

“Peki ya vicdana ne oldu?” demek geliyor insanın içinden. Vicdanın görevi, kötü bir davranış sergilediğimiz her seferde bizi azap vererek cezalandırmak değil midir?

Burada da teoriler ile pratik yaşam arasında büyük bir mesafe var.

Meşhur hikâyedir, iki öğrenci sınavı kaçırır, hocaya “Beraber arabayla geliyorduk, lastik patladı, sınava yetişemedik.” derler.

Hoca ikisini ayrı ayrı odalarda sınava alır, soru iki kelimedir: “Hangi lastik?”

Ne tür olursa olsun, hayatlarında yalan olanlar, çok dikkatli olmalılar.

Atasözümüzdeki gibi, “Minareyi çalan kılıfını hazırlamalı.”

Sonra adama sorarlar, hangi lastik diye!

 

 

 

 

HERKESİN HIRSIZ OLDUĞU BİR ÜLKE VARMIŞ

 

“Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış.” diye başlıyor İtalo Calvino'nun ‘Kara Koyun’ adlı öyküsü. İtalo Calvino'nun, Numbers in Darkness adlı eserinde geçer bu öykü.

Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış ama istisnasız herkesin. Gece olunca, insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini yanına alır, komşularının evlerini soymaya giderler. Gün doğarken geri döndüklerinde yüklerini almışlardır. Ama her seferinde kendi evlerini de soyulmuş bulurlar.

Ülkede herkes çok mutludur, kimse kaybetmez çünkü herkes birbirinden çalar ve bu dolaşım son kişi ilk kişiden çalana kadar sürer.

Bir gün nasıl olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkar. Gece olduğunda çanta ve fenerle dışarı çıkmaktansa evinde kalıp roman okumayı tercih eder.
Hırsızlar geldiğinde ise evde ışık yandığını görüp soymak için içeri girmezler.

Ve bu durum bir süre devam edince halk bir konunun açıklığa kavuşmasını ister: “Çalışmadan yaşamak senin tercihin, ama başkalarını bir şey yapmaktan alıkoymaya hakkın yok.”

Bunun üzerine dürüst adam, geceleri evinden çıkar fakat hiçbir şey çalmaz. Döndüğü zaman evini hep soyulmuş bulur. Ve bir haftadan daha az bir sürede yiyecek tek bir şeyi kalmaz. Dürüst adam soygun yapmadığı için, hırsız olmalarına rağmen soyulmayanlar, diğerlerine göre daha zenginleşmekte ve artık çalmak istememektedir.

Dahası dürüst adamın evi de artık bomboş olduğu için o evi soymaya gidenler de yoksullaşmaktadır. Zenginler, kendileri için soygun yapmak üzere maaşlı hırsızlar tutmaya başlar. Zengin fakir ayrımı giderek çoğalır. Zenginler mallarını korumak için polis teşkilatı ve hapishane kurarlar.

Birkaç yıl geçtikten sonra, artık kimse soymaktan ve soyulmaktan söz etmemektedir, sadece zengin ve yoksul vardır; ama hala hırsızlık yapmaktadırlar.

Tek dürüst adam ise daha işin başında açlıktan ölmüştür.

Osmanlı atasözleri der ki; “Kötülere acımak iyilere sitemdir. Zalimleri affetmek, yoksullara cefadır.” ve “Kötüyü hoş tutar okşarsan eğer devletin sayesinde ortağınmış gibi kötülük eder.”

Bir toplumun çoğunluğunu, zekâ düzeyi yüksek bireyler oluşturuyorsa, orada uyum vardır. Çünkü zeki insan kendi payına düşen kısacık ömür dilimini hır gürle, kavgayla, birbirini aşağılamayla geçirmenin ne kadar saçma bir iş olduğunun bilincine varır. Çabasını ve hırslarını, başkalarını karalamaya değil kendisini ve çevresini mutlu kılmaya yönlendirir.

Zekâ düzeyi düştükçe insanın uyumsuzluğu, kavgacılığı ve kıskançlığı artar.

Bu yüzden ilkel toplumlarda öç alma, intikam, kan davası gibi gelenekler çok yaygındır. Bir söz uğruna ölmek ve öldürmek doğal sayılır. Oysa sonsuzdan gelip sonsuza giden evren içinde, zavallı insanoğlunun ancak bir göz kırpmaya yetecek ömrü var. Bu kısacık ömrü birbirini yok etmek için harcamaya değer mi?

İşte bu soruyu kendine sorabilmek için gelişmiş insan olmak gereklidir.

Türkiye'nin, orta zekâlıları yücelten bir ülke konumunda oluşunun en önemli göstergesi, bu ülkede bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen iç kavga ve hır gürdür.

Sağcılar solculara, solcular sağcılara, siyasal İslamcılar laiklere, laikler şeriatçılara iyi gözle bakmazlar.

Aynı mesleğin mensupları bile birbirinden hazzetmez. Gazetelere bir göz atın. Gazetecilerin diğer gazetecilere ne kadar düşman olduğunun yüzlerce örneğini göreceksiniz.

‘Aydın’ları ise hiç sormayın. Bu kesim ömrünü birbirinin kanına ekmek doğramakla geçirir.

Zekâ düzeyi yüksek insan katiyen böyle bir çabaya tenezzül etmez, güler geçer. Gülüp geçmek bir zekâ göstergesidir.

Einstein'in dilini çıkarmış resmini hatırlayalım. Kasım kasım kasılan hiçbir orta zekâlı böyle bir resim çektiremez.

 

 

 

 

İKTİDAR DALKAVUKLUKTAN HAZZETMEYE BAŞLADIĞINDA

 

İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman şeref daima ayaklar altında ezilmiştir. SHAKESPEARE

Bizi tenkit ederek kurtaran dosttan, kaybımıza sebep olan dalkavuk çok zaman daha itibar görür. DELAVİGNE

Dalkavuklardan sakınınız. Çünkü onlar insanları boş kaşıkla besler. CASİNO DE GREGRİO

Gerçekten büyük olmayan ‘büyük adamlar’ çevrelerini küçük adamlarla doldururlar. REİCH

Bir kimse seni sende olmayan vasıflarla överse, sende olmayan kusurlarla da yerebilir. ALİ ZEYNEL ABİDİN

Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar. MONTESQUİEU

Dalkavukluk, devlet adamlarının çevresini sarmış bir çemberdir. MONTESQUİEU

Eğer düşmanlarınızı gülünç gösterip mahvetmek isterseniz etrafını dalkavuklarla doldurun. EDMOND JALOUX

 

Tokyo'dan bir şiir (7. yüzyıldan)

Davacı zengin, davalı yoksulsa,

Zenginden yana işler yasa.

Davacı yoksul, davalı zenginse,

Davalıda kalır yine nizalı arsa.

Davacı da davalı da zenginse davada,

Özür diler çekilir aradan kadı.

Davacı da davalı da yoksulsa bak,

Sade o zaman işte yerin bulur hak.

 

Değerli Olmak;

Gidene kal demeyeceksin...
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak ettiğinden fazla değer verme.
Yoksa değersiz olan hep sen olursun...

 

 

 

 

DEĞİŞİM

 

Değişim; herkesin istediği ama çok az kişinin kavuştuğu bir olgu.
Her ne kadar hayattaki değişim sürekli olsa da bunun insandaki yansıması fark edilmeyecek ölçüde yavaş ve köklü olmaktan uzak.
Bunun nedeni ise zihinsel karmaşanın çok olması ve insandaki direnç mekanizmaları...
Değişmek istediğini ‘iddia’ etmekle, değişmek arasında inanılmaz  bir fark var. Zihin, kıyas yoluyla kendisinde bir kusur görüyor, sorun üretiyor ve bundan kurtulmak için değişmek istediğini söylüyor. Fakat bilinçaltı, kişiyi bunun tam tersine doğru itiyor.
Bülent Altınkaya’dan alıntı. “Direnç mekanizmasının insanlarda belli başlı ortaya çıkış şekilleri şunlardır: Motive olduğu ya da olmadığı bir konuyu yapmakta güçlük  çekmek. Üstüne ağırlık çökmesi, içinden gelmemesi, zihninde sürekli  birbirine zıt iç sesler duymak, sanki zincirlenmiş gibi hissetmek, fiziksel ağrıların ortaya çıkması, esneme hali, gerginlik, göz yaşarması, uyku bastırması, boyunda ağrı, vücutta katılık hissi,  duygusuzluk ve hareketsizlik halinin oluşması, içsel itirazlar, yapamam, başaramam duygusu vb...”
Direnç mekanizması aşılmadığı sürece irade kullanmak, değişmek için kendini zorlamak fazla işe yaramayacaktır.
Direnci olduğu gibi kabul edip onu derinlemesine yaşamak ve serbest bırakmak tek çözümdür. Bütün terapilerin tek amacı direnci, duyguyu, düşünceyi  ‘Serbest bırakabilmektir.’ Bunu da ancak gelen duyguyu bloke etmekten vazgeçip serbest bırakarak ya da duyguya derinlemesine girip onu tam yaşayarak yapabiliriz.
Eğer hep değişmek istediğinizi söylüyor ama değişemiyorsanız, sürekli kendinizde sorunlar türetiyorsanız, mutsuzsanız... Dirençlerinizi bırakma vaktiniz artık gelmiş demektir…

Önce dirençten başlayın, yoksa bütün değişimleriniz geriye doğru çekilir ve o kadar şey yaptım ama hala aynı şeyleri hissedip yaşıyorum deyip durursunuz tekrarlayan bir kısır döngü içinde...

Sizce artık ilişkilerimizin kalitesini artırmanın ilişkilerimizdeki kalite kontrol sistemini değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

Eski kalite anlayışında; hata, ancak üretim bittikten sonra kalite kontrol aşamasında ortaya çıkartılmaya çalışılırdı. Hatalı bir ürün kalite kontrolü aşamadığında sevk edilmezdi. Yok, eğer problem satış aşamasında fark edilirse ayıplı bir malın satın alınmaması mümkündü.
Ama satıldıktan sonra koca koca “Satılan mal değiştirilmez” levhaları olan dükkâna malı götürüp değiştirmek ya da para iadesi almak mümkün olmazdı. Ürünün hatalı olduğunu gören satıcı,  bizi o ürünle geri gönderirken sahtekâr olduğunu hiç düşünmezdi. Hatta bize davranışı öyle olurdu ki biz utanırdık böyle bir talepte bulunduğumuz için. Bu mal odaklı bir ticaret rejimiydi. Bazıları ticarette doğruyu böyle buluyordu... Onun ne suçu vardı ki?
Daha sonra dükkânlar mağazaya dönüştü. 7 gün içinde getirilen mallarda iade değil ama değiştirme imkânı oluştu. Satıcı sadece ‘size’ diyordu, ‘sizin için bu kadar’ diyordu...

Bu müşteri odaklı bir ticaret rejimiydi. Suç varsa bile müşteri daima haklıydı. Ve Japonlar tarafından geliştirilen kalite çemberi anlayışı; ürünü, üretimin her aşamasında kontrol ederek hatalı ürün üretimini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir bilinç düzeyine ulaştı. Böylece her türlü kaynak israfı da önlenmiş oldu.
Bundan sonra nerdeyse bir devrim gerçekleşti. Tüketici hakları teslim edildi. 15 gün içinde hiç bir gerekçe göstermeden aldığınız ürünü iade edebilir, değiştirebilir ya da isterseniz paranızı geri alabilirdiniz. Bu hizmet odaklı bir ticaret rejimiydi. Kimsenin suçu yoktu.
Sevdiklerimiz için armağan satın alma telaşında olduğumuz bayram veya yılbaşı arifesinde büyük alışveriş merkezlerinden ya da ünlü cicili bicili mağazalardan alışveriş ederken pek çoğumuz bu süreci hatırlamayız bile.
Aslında pek çoğumuzun hatırlamadığı ya da görmek istemediği bir başka süreç daha var.
Birbirimizle yaptığımız alışverişin süreci. Yani İletişim.
Artık bunda da bir devrim yapmanın zamanı gelmedi mi?
Hatır için ayıp olmasın diye, saygıdan dolayı, öyle öğrendiğimiz için, nezaketen, uygar olduğumuz için, kendimize aslında çok güvendiğimiz için, egomuzu beslemek için, büyüklük bizde kalsın diye, şekli kurtarmak için, imajımız çizilmesin diye içten değil sahte davranmayı yeğleyenlerimiz var. Kendimizden başlayarak içten dışarı doğru kendimizle, sevdiklerimizle dostlarımızla, komşularımızla, arkadaşlarımızla ve diğer insanlarla iskambil kâğıtlarından kurulan evler gibi kâğıttan ilişkiler kurarız bazen. İlişkilerimizi kitaba uydururuz. Bir sahtelik içinde düşündüklerimizi söylemeyiz. Yaptıkları ya da söyledikleri herhangi bir şey için onları yargılarız, ayıplarız.
Ama en acısı da bu bize ‘sahtekârlık’ gibi  gelmez. İtiraz ettiklerinde ya da farklı bir taleple karşı çıktıklarında ise bencilliklerine kızar, öfkelenir, küseriz. Hatta onlara davranışımız öyle bir hal alır ki onları utandırırız böyle bir davranışta bulundukları için. Bazıları ilişkide doğruyu bunda buluyordu. Bizim ne suçumuz vardı ki?
Sizce artık ilişkilerimizin kalitesini artırmanın ilişkilerimizdeki kalite kontrol sistemini değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

İlişkinin en başından itibaren her anında kaliteyi hâkim kılmak için kişiliğimizde yapmamız gereken devrimi yapmanın zamanı gelmedi mi?
İlişkilerimizi alışveriş mantığının dışına taşımanın, ya beğenmezse ya sevmezse diye olduğumuzdan farklı davranmamızın, sonrasını düşünmeden yaptığımız küçük hilelerin, söylediğimiz minik yalanların, anlatmayı unuttuğumuz gerçeklerin baskısından, bazen satılan mal geri alınmaz mantığı yüzünden, zorunlu olarak devam edilen sahte ilişkilerden vazgeçmenin, riyadan kurtulmamızın zamanı gelmedi mi?
Bu güne kadar çoğumuzun başaramadığı kendimiz olmanın, karşımızdakinin kendi olma hakkını tanımanın, bizi olduğumuz gibi kabul etmesini beklemenin, onu olduğu gibi kabul etmenin gerçekten ve koşulsuz sevmenin zamanı.
Grekler zamanla ilgili  iki kelime kullanırlarmış: Biri Kranos, diğeride Kairos.

Kranos ilişkilerimizle, hayatımızla ilgili bildiğimiz takvimsel zamanı anlatırmış. Kairos’sa o zaman dilimi içindeki ilişkinin kalitesini. O yüzden 25 yılık bir beraberlikteki anlaşılmamışlığa, verilen tavizlere, uğranılan haksızlıklara, duyulan aldatılmışlık hislerine karşın 2 günlük bir iş toplantısında tanıdığımız yeni bir insanın bizi  çok daha iyi anlayabilmesi mümkün oluyor.
Hadi değişimi başlatalım. Eski şartlanmışlıkları, eski anıları silelim. Kendimize, karşımızdakilere, ilişkilerimize yeni bir şans verelim. Yeni bir hayata geçelim.
Evet, yapalım ama nasıl, diyorsanız? Eğer mal rejiminden çıkarsak ne yapacağımızı bilemiyoruz diyorsanız? Özür dileyerek başlayıp, yaptıklarımızı inkâr etmeden, savunmaya geçmeden işte eski ya da yeni insanlarla çok daha güzel ve zengin bir deneyim yaratalım.

Yeni bir hayat bir yolun sonunda ulaşılacak bir  hedef ya da yolun sonunda varılacak bir yer değil. Yolculuğun kendisi. Yeni bir hayat yolculuğuna başlamak için, içinde bulunduğumuz 'an'dan daha iyi bir zamanı beklemeğe karar vermek için beklemekten vazgeçelim. Yeni bir hayat bir varış değil bir oluş. Dün bir rüya, yarınsa bir hayal. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugün.

Bu gün  nedir diye sorarsan eğer;
Geriye kalan hayatımızın ilk günü demeliyiz. Bu konudaki en temel realite ise yeni bir hayata başlamak için  şu andan daha iyi bir zaman olmadığıdır.
Öyleyse sahip olduğumuz her anın kıymetini bilelim. Eğer burası değilse neresi, şimdi değil ise ne zaman?

 

 

 

 

MASKELİ YAŞAMLAR

 

Hepimizin türlü türlü maskeleri var.

“Bugün ne kadar iyi görünüyorsun, gülmek sana yakışıyor.” derken aslında “Bugün neşeli bir maske takmışsın! Sana yakışmış…” demek mi istiyoruz?

Sabah hazırlanırken “Bugün pek keyfim yok, kimse fazla yaklaşmasın bana...” dediğimizde, daha evden çıkmadan en suratsız maskemizi yüzümüze geçirmiş mi oluyoruz?

Düşündünüz mü kaç çeşit maskemiz var? O kadar çok ki… En garibime giden de hepimizin bu maskelere alışmış olması!

Hepimiz karşımızdakinin yüzündeki maskeyi görüp, aslında demek istediğinin o olmadığına karar verip, asıl ne demek istediğini düşünüp, bulup kendimizce analiz edip öyle karşılık veriyoruz. Ama karşılık verirken yine maskemiz yüzümüzde olduğu için, karşımızdakinin de bizim çözdüğümüz bilmeceyi çözmesi gerekiyor! Maskenin arkasından bakarak yanıt veriyoruz...

Demek istediğimizin aslı değil, maskeli hali dökülüyor dilimizden ya da davranışlarımız maskenin istediği gibi oluyor…

Ege’de yaşayan ünlü masalcı Ezop’un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen bir öyküsü var. Sözüm meclisten dışarı, hikâye bu ya...

Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler... Her biri başka yöne gider.

Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış adeta çökmüştür.

Beygir merakla sorar; “Nedir bu halin inek kardeş?”

İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır;

“Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.”

Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır;
“Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim, çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.”

İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.

İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde, “Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?” diye sorarlar.

Eşek keyifli bir şekilde anlatır;

“Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim...”

“Eee, sonra ne oldu?”
“Ne olacak beni başkan seçtiler!”

“Deme yahu... Yani sen başkan mı oldun?”

“Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar “Seninle gurur duyuyoruz” diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!”

“Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?”
“Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!”

İşte bizi asıl korkutan bu yanlışlar olmalı. Bu korkular, bu yanlışlar yüzünden “Maske” hayatlarımıza girebildi! Kendimizi korumaya çalıştıkça biz maske takar olduk! Kendimizle yüzleştikten sonra maskemizi çıkarıp, olduğumuz gibi yaşamaya çalışalım...

Bırakalım, kendimizi kandırmayı...

 

 

 

 

İFTİRA, YALAN VE MUHALEFET

 

İftiranın en basit izahı bir kimseyi hiç bir suçu olmadığı halde bilerek ve kasıtlı olarak suçlamaktır. Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek diye de tanımlanabilir.

Hayatta insanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır ve bunlara bazen erişemeyebilinir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine razı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye; elde edemediklerinde de çevrelerine zarar vermeye çalışırlar. Bir kimseyi veya bir şeyi; ya da bir durum veya konumu elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp-zarar vermek düşüncesini kendilerine takıntı haline getiren bu bir kısım insanlar; kendilerince önemli olan… (her ne ise…) zaafın neticesinde ‘iftira’ denilen bu mekanizmaya başvururlar.

İftira son derece kötü ve tahrip edici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar, dayanışma gücü ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. İftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir. İftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâki hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

“Kar gibi olsan yine iftiradan kurtulamazsın.” der Shakspeare eserlerinden birinde.

Bernard Shaw ise “İftira eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz hiç dokunmamak daha iyidir.” diye bir benzetme yapar.

Cenap Şehabeddin’in, iftira etme illetlisine uyarısı ise: “İnsan genellikle başkasına sürmek istediği çamura bulanır.” diyedir.

Gelelim yalana:

Yalan; herhangi bir kişi, topluluk veya kuruma, yanıltmak amacı güdülerek yapılan rol veya doğru olmayan herhangi bir ifade olarak tanımlanabilir. Yalan söyleyen yakalanmadığı sürece yalanı uzun süre sürdürebilir. Yalan'ın toplumda her zaman yakalanmamasının nedeni karşılıklı güven veya söyleyen konusunda yanılıp onu adam sanma olarak ifade edilebilir.

Victor Hugo, “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler.” derken,

Talmud: “Doğru söylediğin zaman kimse inanmayacak. İşte, yalan söylemenin cezası budur.” diyor.

Bir Hadis-i Şerifte “Suçların en büyüğü yalan söylemektir.” diye bahis edilirken; Oliver Wendell Holmes’un “Günah işlemenin birçok araçları vardır, fakat yalan bunların hepsine uyan bir saptır.” tanımlamasını Cahiz, “Yalan söyleyen herkes, mutlaka nefsinin alçaklığını ortaya atmıştır.” cümlesiyle, yalan söyleyen kişinin niteliğini ortaya koymuştur.

Bir de Muhalefet ne imiş, bakalım:

Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumudur, aykırılıktır. Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu olarak da tanımlanabilir muhalefet. Belirli bir şeye karşı kabulsüzlüktür, karşı durmadır, uyuşmazlıktır, zıt gitmektir, zıddiyettir. Toplumların sosyal yaşamlarının şekillenmesinde gerekli yerlerde; hatta politikada olmazsa olmaz bir karşıtlıktır, gerekli durumlarda! Bazı kimseler ise hastalık haline getirirler muhalif olmayı, karşıt olmalarını gerektirecek bir nedenleri olmasa dahi... Hatta bu iş için edindikleri fakat hazmetmedikleri ağır ansiklopedik bilgi “yüklerini” kullanırlar her söylemdeki muhalefetlerinde! Bu gibi kişilerde genelde yabancı ülkelere ve onların kültürlerine hayranlık vardır.

Ben, esas itibarı ile bu tip insanların, bu denli, her şeye ve hatta yaşadığı hayata dahi muhalif olma öğretisini nereden aldıklarını çok ama çok merak ediyorum?

 

 

 

 

TÜM NİŞAN VERİLMEYEN İNSANLARIMIZA

 

Aziz Nesin’den alıntı yaptığım öylesine bir  hikâye bu. Kimse alınmasın lütfen. Hiçbir devre, yöneticiye ve de hatta lidere gönderme yapmıyorum…

Ama çok anlamlı bir hikâye bu.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.
Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört bir yanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!”
İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.
Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan...
Gelen giden nişan alıyormuş. Artık öyle olmuş öyle olmuş ki nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. Fincancı katırının boynundaki çangır şungur sallanan cam boncuklar nasılsa körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.
İnsanların göğüslerinde şangır şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de “Nişan asıl benim hakkım!” diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.
Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş.

Kapıcıbaşıya “Padişaha haber verin!” demiş. “Bir inek kendisini görmek istiyor.”

Başlarından savmak istemişlerse de “Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!” diye böğürmeye başlayınca Padişaha, “Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor...” demişler.
Padişah, “Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş...” diye ineği huzuruna çağırıp ”Böğür bakalım, ne böğüreceksin?” diye sormuş.
İnek de “Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.”
Padişah, “Hangi hakla?” diye bağırmış. “Sen ne yaptın. Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?”
O zaman inek “Efendimiz, diye söze başlamış. Bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. Teneke bir nişan için daha ne yapayım?”

Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş.

Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.

“Selam inek kardeş!”
“Selam katır kardeş!”
“Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle?” İnek her şeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.
O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış. “Padişahımız efendimizi göreceğim!” demiş.
“Olmaz!” demişler.
Ama babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah, “Gelsin bakalım, katır kulum da...” demiş.
Katır huzura varınca, bir katır selamı verip el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş: “Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?”

“Ah hünkârım, daha ne yapayım? Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.”
Katırı da haklı bulan Padişah, “Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!” diye ferman eylemiş.

Katırda bir sevinç bir sevinç. Dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış.

Eşek, “Selam yeğenim!” demiş.

Katır, “Selam amca bey!” demiş.
“Nereden gelip, nereye gidersin?” Katır başından geçenleri anlatınca, “Dur öyle ise, padişahımıza gider bir nişan da ben alırım!” diye dörtnala saraya koşmuş.
Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca Padişaha varıp
“Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister!” demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah: “Ne dilersin ey eşek kulum?” deyince eşek de dilediğini bildirmiş.

Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:
“İnek eti ile derisi ile gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A! eşek, ya sen ne iş gördün ki bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin? Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle ne yaptın?”
O zaman eşek keyfinden sırıtarak;
“Aman Padişahım efendim.” demiş, “Size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kullarınız olmasaydı, bu taht üzerinde oturabilir miydiniz? Saltanat sürebilir miydiniz? Dua edin biz eşek kullarınıza ki, bizim gibi eşekler var da, siz de böyle saltanat sürüyorsunuz.”

Padişah karşısındaki eşeğin öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış: “Ey eşek kulum, haklısın. Senin sayende ben bu makamdayım.” demiş. “Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından her gün makarna, bulgur, üzüm hoşafı ve kış aylarında da kömür, bağladım. Ye ye saltanatım için durmadan anır!”

Mevlana ne güzel demiş: “Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler.”

 

 

 

 

MAKAMDA KALABİLME

 

Bir maneviyat büyüğüne bir kişinin yaptıklarını anlatırlar;
“Sabahları bu kişinin hep Kâbe’de namaz kıldığı söyleniyor.” derler.

“Mühim değil.” der.

“Akan nehirlerin üstünden yürüyerek geçiyor ayaklarına su girmiyor.” derler.

“Mühim değil.” der.

“Çamurlu yerde seccadesini havaya atıp namazını üzerinde kılıyor.” derler.

Yine “Mühim değil.” deyince, hayretle sorarlar:
“Efendi Hazretleri” derler, “o mühim değil, bu mühim değil de sizin için ne mühim?”
Bilge cevabını şöyle verir:
“Benim için mühim olan bu kerametleri gösterecek makama çıkmak değil, çıktığı bu makamda sebatla, sadakatle, tevazu ile sonuna kadar devam etmektir devam!”

Sözlerine şunu da ekler;
“Unutmayın, şeytan da bir zamanlar meleklerin hocası makamındaydı. Ama bulunduğu makamda gurura kapıldı, kibre girdi, kendini beğenip, kusurunu kabul etmemeye yöneldi, bu defa da melekleri doğruyu gösteren makamından insanları kargaşalık çukuruna düşürdü!” der.
Şu anda bizler de düzgün bir çizgide bulunabiliriz. Ancak bu geleceğimiz için bir garanti değildir. Yarın rahatsız olabileceğimiz bazı olayları bahane eden nefsimiz ve şeytanımız bize vesvese verip çizgimizden saptırmaya çalışabilir. Biz de bozulup çürümeye yönelebiliriz...
İyi bir halde, düzgün bir çizgide bulunan insan nasıl değişip bozulabilir?

Maneviyat büyüğünün şu tespitlerini birlikte okuyalım:
“Düzgün insanın değişikliğe uğrayıp çürümesi aheste aheste ve fevkalade sessizce cereyan eder. Hatta bazen küçük bir gaflet zayi olup gitmeye sebebiyet verebilir. Ne var ki böyleleri kendilerini hep aynı çizgide ve mevzilerde gördüklerinden çok defa minare gibi zirveden kuyunun dibine düştüklerinin farkına bile varamazlar!”

Demek ki doğru çizgi ve sağlam istikamette olmak yetmiyor. Bu doğru çizgi ve sağlam istikameti son nefese kadar sabırla, sebatla, sadakatle, tevazu ile sürdürmek gerekiyor. Yoksa her an tövbe, suçlarının bağışlanmasını dilemeden nefsinden emin şekilde gaflet ve gururla kalıp kusurunu kabul etmemek, minare başından kuyu dibine düşmek gibi sonuçlara götürebilir düzgün çizgili insanı...”
Burada da meleklerin hocası olduğu rivayet edilen şeytanın kapıldığı büyüklük duygusu ile nereden nereye düştüğüne bir misalle görelim isterseniz...
Hazret-i Musa Allah’tan Şeytan’ın affını ister. Aldığı müjdeli cevap şöyle olur:
“Kusurunu itiraf eden herkesi affederim. Şeytan da Âdem’e secde eder, emrimi yerine getirmemekle kusur ettiğini itiraf edip kabri başında da ona secde eder gibi saygı duruşunda bulunsun, affettim gitti!”
Sevinçle gelen Hazret-i Musa, çok kolay af şartını adeta müjdeler Şeytan’a. Ama kusurunu kabule yanaşmayan kendinden emin kibirli Şeytan, bakın nasıl bir gururla karşılık verir:
“Ben,” der “Hayatında iken ona secde etmedim, ölünce mi secde edecek, saygı duruşunda bulunacağım? Ben ateşten yaratıldım; o ise topraktan... Ateş topraktan üstündür. Üstün olan aşağıda olana saygı duruşuna geçer mi?”
Meleklerin doğruyu gösteren makamından, insanların kargaşalık çukuruna!
“Mühim olan keramet gösterecek makama çıkmak değil çıktığı bu makamda sabırla, sebatla, tevazu ile kırılmadan darılmadan kusurunu savunmadan son nefesine kadar devam etmektir, devam!”
Ne dersiniz, şu anda hepimiz için de mühim olan bu değil midir?

 

 

 

 

TARAF

 

Resim sanatını, dini inançları nedeni ile mekruh bulanlar, özellikle politikacılar, sıra kendi resimlerini asmaya gelince boy boy, ebat ebat her yerde olmasını mekruh görmüyorlar. Nereye giderseniz gidin, o kişi karşınızda. Hem de özel dostlarının yanında bile zor gülen, gülümseyen, gönlünden gülmeyi unutmuş o kişiler, gülen ve sırıtan pozlarıyla.

Çocuğunu hayatında en önem verdiği şey haline getirmiş olan anne, sesinden de fark edilen ürkeklikle soruyor: “Bugüne kadar ona iyi ve dürüst insan olmayı, bir erdem olarak öğrettik. Ama bugün bu bilgi onun hayatta geri kalmasına daha fazla ezilmesine yol açıyor. Yanlış mı yaptık?”

Hadi gelin, hepimiz aynı soruyu kendimize de soralım.

“Bugüne kadar hep iyi ve dürüst insan olmaya çalıştık. Ama bugün bu bilgi bizim, sinsi ve menfaatçi insanlara göre, daha fazla ezilmemize yol açıyor.”

Peki, şimdi size soruyorum; “Siz ne dersiniz?”

Çıkarcılığın, bencilliğin öne çıktığı ve bildik erdemlerin değer kaybına uğradığı bir gösteriş çağında yaşıyoruz. Bugünlerde toplum, seyretmeye ve seyredilmeye her şeyden daha fazla önem veriyor. Herkesin gösterecek ve görünecek bir şeyi var. Kimileri güçleriyle, sahip olduklarıyla, kimileri de bedenleriyle, ilişkileriyle bizi bıktıracak kadar her yerdeler; kimileri de sahip olamadıklarıyla yani acılarıyla, yoksulluklarıyla, şaşkınlıklarıyla ekrandalar.
“Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana!” diyen ve dünyanın sadece kendi çevrelerinde döndüğünü düşünen, görgüsü kıt, ıstırapla sınanmamış, ağrıyı ve acıyı gördüğü yerde hayalet görmüş gibi kaçan bir insan kuşağı dünyayı istila ediyor. İnternet ve mobil telefonlar gibi hız ve anında iletişim sağlayan, bunun ötesinde fiziksel dünyanın sınırlamalarını kaldıran yeni teknolojik dinamikler, toplumu adeta yeniden biçimlendiriyor. Geçmişin ve geleceğin bir önemi yok artık. Kendi fikirlerimizin hiç önemi yok zaten müsamaha da yok aykırı fikirlere. Ve niçin istediğimiz değil ne istediğimiz önemli.

Erich Fromm, “Her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir” demiş. Kişilik bozukluğunun temel ölçülerinden birisi olan başka insanları kendi çıkarları için istismar etme davranışı, günümüz toplumunda kınanmak bir yana övülüyor. Rekabet kültüründe ötekinin mutluluğu benim mutsuzluğum, ötekinin başarısı benim başarısızlığım oluyor. Yalnızca kendisi için yaşayan, diğer insanlara sadece kendisini yüceltsin ve övsünler diye değer veren ve istediğini aldıktan sonra bir kâğıt mendil gibi onları bir kenara atan cinselliği aşksız ve nezaketsiz, insan ilişkileri sığ, sevebilmekten aciz bir kişilik.

Hepimizin bildiği gibi; milletimiz öyle uyanıktır öyle işini bilir ki hiçbir masala kanmaz, hiçbir vaatle gözü boyanmaz! Türk milleti külyutmaz, kandırışa gelmez, koyun gibi güdülmez!
Bakın bugünlerde de çıkarlarını ne güzel kolluyor, nasıl bir yeryüzü cennetine doğru adım atıyor.
Arada bir “elim kırılsın” dese bile.
Nemrud, İbrahim Peygamber'in ateşte yakılması emrini verdikten sonra meydanlık yere odunlardan büyük bir yığın yapılmış. Odunları tutuşturmuşlar sonra. Alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuştuğunu sanmış çocuklar. Korkmuş kaçmış bütün hayvanlar. İbrahim Peygamber'i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış askerler. Atacaklarmış ki Nemrud'un nasıl bir kral olduğunu anlasın, görsün.

Bu sırada bir karınca ağzında küçük bir damla su ile koşa koşa gidiyormuş. Hem de boyu göklere varan cehennemi ateşe doğru. Başka bir karınca onun bu telaşını görüp sormuş hemen yanına yanaşıp: “Bu acelen niye? Nereye böyle?”

Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp, “Duymadın mı?” demiş. “Nemrud, İbrahim Peygamber'i ateşte yakacakmış. İşte ateşin olduğu yere su götürüyorum.”

Bu sözleri duyan karınca kendini tutamayarak uluorta kahkahalarla gülmeye başlamış.

“Sen şu ateşe dönüp yüzünü, hiç bakmadın mı?” diye sormuş. “Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”

Su taşıyan karınca “Olsun” demiş. “Hiç olmazsa hangi taraftan olduğum anlaşılır.”

 

 

 

 

ÖZGÜRLÜK, İTİBAR VE KARAKTER

 

Hayatımızda aldığımız ilk kararımız doğruysa işler yolunda gidiyor ama eğer yanlış bir karar aldıysak her şey zincirleme yanlış gidiyor. Mesela mesleğimizi, eşimizi seçerken... İyi düşünmeden, yeteneklerimizin farkında olmadan bir meslek seçtiğimizde ömür boyu işimizi zorla yapmaya mahkûm oluyoruz. Daha işin başındayken başka bir iş yapmayı özlüyoruz. Ama özgürlüğümüzü kullanmış ve ilk kararı vermiş olduğumuz için yeniden  başlamaya cesaretimiz olmuyor.

Adamın biri, bilge bir kral olmakla ün salmış kralın yanına gider.

Krala şunu  sorar “Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır?”

Kral “Elbette” der “Kaç bacağın var senin?”

Adam soruya şaşırarak “İki efendim” der.

Kral “Pekâlâ tek bacağının üstünde durabilir misin?”

“Elbette” diye cevap verir adam.

Kral “O halde hangi bacağının üstünde duracağına karar ver.”

Adam biraz  düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir.

“Tamam” der kral, “Şimdi de öteki bacağını kaldır.”

Adam şaşırır, “Bu imkânsız kralım.” der.

“Gördün mü?” der kral, “Özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün, ilk bacağında olduğu gibi. Ondan sonrasında değil.”

T. Terzani'nin Atlıkarıncada Bir Tur Daha adlı kitabındaki bu küçük öykü özgürlük kavramı üzerinde bir kez daha düşünmemize yol açmalı. İlk kararı alıyoruz ve gerisi o ilk karara bağlı olarak gerçekleşiyor. Hayat hata kabul etmiyor.

Ama bazı insanlar var hayatta... Onlar ise her şeyi bırakıp, yeniden başlayacak kadar cesurlar. Keşke bizde onlar gibi olabilsek. Genelde bunca emek, bunca çalışmayı bir çırpıda gözden çıkaramıyoruz. Oysa hayat çok kısa ve mutsuz olduğumuz işlerle ve kişilerle zaman öldürmek aynı zamanda ruhumuzu öldürmekle eş anlamlı.

Hayat kararlardan ibaret ve kararlar birer kibrit. Doğru yerde ateşlediğinde bizi ısıtacak ateş, çorbamızı kaynatacak ateş oluyor, yanlış yerde ateşlediğimiz vakit ise içinde bulunduğumuz evle birlikte bizi de  yakıyor. Çok daha önemli olan başka bir şey var. Kendimizi bilmek...

Ne istediğimizi, neyin bizi mutlu edeceğini ve kim olduğumuzu, neler yapabileceğimizi bilmek zorundayız. Ancak o zaman doğru kararlar verebilir ve mutlu bir  hayata  sahip olabiliriz.

Ve kararlar birer kibrit... Ya kendimizi yakıyoruz, ya da ısıtıyoruz...

William H. Davis’den alıntı yaptım, paylaşayım sizlerle. Diyor ki usta;

İtibarı, içinde yaşadığın ortam belirler. Karakteri, inandığın doğrular...
İtibar, sandığın şeydir. Karakter olduğun şey...
İtibar fotoğraftır. Karakter ise yüz...
İtibar dışarıdan gelir, karakter içerden.
İtibar, yeni bir topluluğa girdiğinde sahip olduğundur, karakter ise giderken elinde olan.
İtibarın bir anda olur, karakterin ömür boyunca.

İtibarin bir saatte öğrenilir, karakterin bir yılda açığa çıkmaz…
İtibar mantar gibi büyür, karakter sonsuza kadar sürer.
İtibar zengin veya fakir yapar, karakterse mutlu ya da mutsuz…
İtibar insanların mezar taşına kazıdıklarıdır, karakter meleklerin Allah huzurunda senin için söyledikleri.

Üç kuruşluk insana, beş kuruşluk değer verirsen, aradaki iki kuruşa seni satar.

 

 

 

 

                                             AKILA GELENLER

 

İnsanoğlu doğduğunda yumuşak ve uyumludur, öldüğünde ise katı ve sert…

Bitkiler ve hayvanlar yaşarken, esnek, öldüklerinde ise kuru ve kırılgan…

Bu yüzden katı ve sert olan ölümün yandaşıdır, yumuşak ve uyumlu olan ise, yaşamın…

Bu yüzdendir ki uyumlu olmayan bir ordu kazanamaz hiç bir savaşı ve en sert ağaç en hazır olandır biçilmeye alaşağı…

Demek ki, sert ve güçlü olan adaydır düşmeye, yumuşak ve uyumlu olan ise yükselmeye…

Bizler dünya dediğimiz bu âleme gelmemizle biyolojik olarak yaşlanmaya da başlarız. Hücre ölümü, yenilenmesi ve bu bunları takip eden öğrenme…

İşte zamanla bu bilgi birikimlerini, toplumsal bilinç ve bize öğrettirilen yanlış ve doğrular süzgecinde eleyerek zihnimize kaydederiz. Kimilerimiz toplum bilincine teslim olurken, kimilerimiz de sorgulayıcı kimliğimiz ile bu tespit ettiğimiz yanlışları zihnimizin çöp kutusuna atarız. İşte yaşama yeni şeyler katabilen insanlar bunlardır.
Önce toplumdan dışlanırlar, yadırganırlar, ama 40 deveye de yol gösteren ne de olsa bir eşektir.
Evet, aklını kendine binek yapabilen bu insanları, bakışlarından tanırız.
Bizi esir etmeyen dostluğundan, hazmedilmiş bilgi birikiminden, herkesle olabilmesine karşılık bir başına duruşundan tanıyabiliriz onu. Gönlü evrensel sevgi ile dolu iken, bakınca bizim diyebildiğimiz insanlar. Bütün sözleri ve hatta hataları ile samimidirler... Yaptıkları yorum ve paylaştıkları bilgi kendilerine ezberlettirilmiş, dikte ettirilmiş değildir.
İşte bu gibi kişilerle art niyetsiz sohbet edebiliriz ve hatta bu kişilere teslim oluruz. Başka çaremiz de yoktur zaten. Aksi takdirde bu dostluğun keyfine varamayız. Gönüllerin konuştuğu, insan olmanın hazzını yaşadığımız anlardır bu anlar. Karşımızda çok akıllı, ama bize aklını gönlü ile birleştirmiş ve gönlümüze hitap eden insanlardır bunlar…
Dillerinden çıkanı aklın yönettiği süzgeçten geçirerek söylerler. Sakın böyleleri var mı demeyin. İnanın neye talipsek onu buluruz. Yeter ki biz fark edelim...
Kimileri de kaç yaşına gelirse gelsin yaş bir odun gibidir. Yakmak istediğinizde o kadar is pas çıkar ki… Üzerinde hiçbir şey pişmez. Hatta ısınmak için bile kullanamayız.

İşte bu tip insanların dilleri akıllarının önündedir… Dillerinden zehir akar.
Ancak kötülük yaptıktan sonra akılları başlarına gelir ama iş işten geçmiştir. Çıkan sözü geri döndüremeyiz. Dil bu nedenle hepimizi hemen ele verir.
Etiketimiz ne olursa olsun fark etmez. Akıllı insan, dilini sadece bir alet olarak kullanır. Olgun bir insan kelimelerle sanat yapar.

Mevlana’nın dediği gibi: Hamdım, piştim, yandım… Yananlar zaten o yangında tüm kirlerinden arınıp insan oldukları için sohbetleriyle her yeri aydınlatır.
Artık ne yazık ki sığlık moda oldu. Her alanda yaş odunların kokusu var. Kuru olanlar ise seyrediyor bu âlemi.

Kuyumcu dükkânlarında imitasyonlar satılıyor, sanat galerilerinde ise eskizler sergileniyor artık.

Ve çıkıp rast gele konuşanlar. Sonra düzeltmeye çalışırken iyice batıranlar.

Rahmetli Neyzen Tevfik in dediği gibi;
Hicran kucağında tuttuğun sırdaş,
Çağlayıp, bulanıp, durulmuş olsun.
Sazına, sözüne güven de yanaş,
Kulağı ezelden burulmuş olsun.
Evet, eskiler “Dil 40 boğum, 39 unu tut birini konuş.” derler. Dil akla tabi ise bir işe yarar.

Aksi takdirde bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez.

Aklını dilinin emrine verenlere duyurulur.

 

 

 

HARAMDIR ÇEŞMESİ

 

İnsan grupları, her ne zaman çatışan doktrinler uğruna, mücadeleye tutuşmuşlarsa, karşı grup aleyhine, en büyük kini daima açığa vurmuşlardır. Aydınlanmaya daha ilk adımını attığı andan itibaren insan, herkese ve her görüşe saygılı olmayı, şiddeti asla tasvip etmemeyi,  şiddete şiddetle karşı koymamayı, özellikle kimseye kin gütmemeyi öğrenmiştir.

Bu gibi kişiler sayıca ne kadar çok, çevreleri itibariyle ne kadar etkin, söz ve davranışları bakımından da ne derecede yürekli olurlarsa, bulundukları ülkede fırtınalı ve çalkantılı dönemlerin, en az zararla sona ermesine o kadar çok hizmet etmiş olurlar. Ve en önemlisi “Nerede idiniz?” sorusuna ilerde cevap aramak ve mazeret bulmak durumunda kalmazlar.

Bu yazımı, bir “Müslüman’a haramdır çeşmesi” hikâyesi ile bitirmek istiyorum.
Bursa'da zamanında Müslüman bir zat bir çeşme yaptırmış. Eski adı Yahudilik yol ağzı, bugünkü adı Arap Şükrü muhitinde ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram…”

Tabii başkent, Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye... Gitmişler kadıya şikâyete, yaka paça yakalanmış adam huzura getirilmiş, dini İslam ahalisi Müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla...

“Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama...
Adam, “Müsaade buyurun sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır.” der.

Kadı kızar: “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” der. Ama bir yandan da merak eder, “Nedir gerekçen?” diye sorar.

Adam “Bir tek Sultan´a derim.” diye cevap verince, karışır yine ortalık.

Söz Sultan´a gider, adam saraya yaka paça götürülür...
Padişah sinirlenir ama diğer yandan da meraklanır: “De bakalım ne diyeceksen, bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, bir tek Müslüman’a haram yazarsın...”
Adam başı önünde: “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
“Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
“O zaman hükme kıldan incedir boynum sultanım. Sultanım her hangi bir sinagogdan bir rast gele hahamı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta bakın neler olacak…”
Dediği yapılmış adamın, tüm azınlıklar bir olmuş. Başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim...” Efendim çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca: “Sultanım artık bırakmak zamanıdır.” demiş adam.

Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler.

Az zaman geçmiş ki adam, “Aynı işi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptırınız sultanım.” demiş. Aynı işlemle, aynı usulle bir papaz derdest edilmiş, yaka paça alınmış pazar ayininden, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar... Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğu ile daha bir sarılmışlar birbirlerine.
Sultan:

“Bitti mi?” demiş adama.
“Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle.” demiş.
“Şimdi nedir isteğin?”
“Efendim başkentimiz Bursa'nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen imamını, âlimini alınız minberinden.” Dediği gibi olmuş. Ulu Camiinin imamını, cuma hutbesinin ortasında almışlar... Yaka paça götürmüşler... Ve ne olmuş bilin bakalım? Bir Allah'ın kulu, tek bir olumlu kelâm etmemiş, “Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz hiç olmasa vaazı bitene kadar bekleyeydiniz.” dememiş. Peşinden giden olmamış, arayan soran olmamış... Geçmiş bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamış... Aptal ve cahil bir imam atanmış yerine, ne konuştuğunu kulağının duymadığı yobaz cinsinden, halk halinden memnun.

Başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim imam için;
“Biz de onu adam, hoca bellemiştik.”, “Kim bilir ne haltlar etti de tutuklandı...”, “Vah vah acırım arkasında kıldığım namazlar...”, “Sorma sorma...”
Padişah, kadı ve adam izlemişler olanı biteni, padişah; “Eee ne olacak şimdi?” diye sormuş.
“Bırakma zamanıdır, bir de özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan.”
“Haklısın." demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş.

Adam padişaha dönmüş, başı önünde;
“Ey büyük sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi Müslümanlara su helal edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş;
“Hava bile haram, hava bile...” demiş.

 

 

 

 

GÜZEL SÖZ SÖYLEYİP, ÇİRKİN ŞEYLER YAPANLAR

 

Bir Arap atasözü, “Söz kalpten çıkarsa, karşınızdakinin kalbine kadar gider, dilden çıkarsa kendi kulağınızı aşamaz.” demiş.

Demokritus bir cümle ile her şeyi toparlamış. Sizce Demokritus “Çoğu insan en çirkin şeyleri yapar, fakat en güzel sözleri söylerler.” sözü ile ne söylemek istemiştir?

Birbirimizle iletişimi sağlayan dilimizi çıkarlarımız için kullanmaktan çekinmeyiz. Etrafımıza baktığımızda herkesin güzel sözler ile birbirini kandırdığını görüyoruz. Güzel sözler bir kandırma aracı olarak kullanılıyor. “Güzel söz yılanı deliğinden çıkarır.” atasözü ile bunu iyice benimsemişiz demek ki.

Gerçekten de ortada bu kadar çirkin olaylar varken, herkes güzel sözler söylemekte. Özellikle politikacılar bu konuda çok usta. Onlar en çirkin şeyleri yaparlarken bile, en güzel sözleri de söylemeye ve insanları inandırmaya çalışırlar. Güzel sözleri, yaptıkları çirkin şeyleri örtmek, kapamak için söylüyorlar.

“Siyaset insanın karakterini mahveder.” diyor Bismark.

Çirkin şeyler yaparken, güzel sözler söyleyebilenler sadece politikacılar değil elbette. Bence genel olarak insanların böyle bir yapıda olmasının nedeni, insanımsı insanların çıkarlarıdır.

İnsanımsı insan nedir? Daha tekâmülünü gerçekleştirememiş insandır. Çıkar, menfaat; beyin işlevinin, yeterince görevini görmemesi ile kişide oluşan, korku ve kaygıların bir sonucudur.

Korku ve kaygı hissi içerisindeki insanımsı insanlar, düşünemez ve kendini algılamaktan yoksun olur. Kendini algılamaktan aciz insanımsı insanlar, yaptıkları ‘çirkin şeyleri’ doğal görür. Bu yüzden bu gibi insanlar genellikle onursuz ve yağcıdırlar. Onursuz insanımsı insan, kendi kendini kandırmakla kalmaz etrafında bulunanları da çıkar uğruna kandırır.

Kandırmanın en güzel yöntemi ise karşısındakinin açıklarını bulmaktır. Karşıdakinin açığı, kaygı ve korkudan kaynaklanan eksikliklerdir. Bu eksiklikler beğenilmek, yalnız kalmamak, umut vb.  Bu duyguları sömürmek kolaydır. Kandırmanın en güzel yöntemi de güzel sözlerdir. “Güzel söz söyleyip çirkin şeyler” yapanların amacı mevki, iktidar ve bunların sonucunda tabii ki para.

Para hükmetmenin, daha fazla sömürmenin, sözde mutluluğun kapılarını açmaktadır insanımsı insana. Para insanımsı insanın korkularını ve kaygılarını minimuma indirmektedir.

“Her güzel söz söyleyen kötüdür.” denilemez elbette. Düşünen, bilgilenen, toplumun mutluluğu için yaşayan, üretimden, paylaşımdan, sevgiden, doğadan yana olan insan her zaman güzel söz söyleseyemese de, doğruları her zaman söyleyebilmelidir.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözünü hatırlasak da, dost hem acı, hem tatlı söylemelidir.

Güzel söz algılamaya göre değişen bir kavramdır. Biri için güzel olan, diğeri için güzel olmayabilir. Güzel söz herkes için önemli olduğu halde, insanımsı insan için olmazsa olmaz bir kavramdır, çünkü onun kandırma aracıdır. Doğru insanı ilgilendiren ‘Güzel söz’ değil, doğru olan sözdür. İnsan güzeli değil, doğru olanı söylemelidir. Çünkü insan ne kendi kendini ve ne de başkasını kandırabilir. Zaten yalan söylerken bile kendi kendine doğrusunu söyler. İçin için kendine itiraf eder. “Zaman doğruyu her zaman söyleyeceğinden”, güç ve mevkii kaybı ile insanımsı insana, bu sefer çevredeki herkes doğruları söylemeye başlayacaktır. Ya yarın ya da yarından da yakın. Bu tür insanımsı insanlar kalabalıkta yalnız yaşamaya, sonunda yalnız kalmaya mahkûmdur.

İyi insanın sözlerine değil, yaşamına bakılmalıdır. İyi insanın yapması gereken, doğruları söylemektir. Doğruları söyleyen insanın yaşamında art niyetli çirkin şeyler yoktur, olamaz da. Ancak dönem dönem yanılmalar olsa da, zamanla doğruyu görecektir. Önemli olan, kişinin doğruları söylerken de yaşamında tutarlı olması ve yaşamını bu yolda sürdürmesidir.

Bunu beceremeyenler ise hiç olmazsa, “Söz gümüşse sükût altındır.” atasözünü hatırlamalıdırlar.

Demokritus’un sözleriyle devam edelim. “Akılda ve bilgide dürüstçe davranan bir insan, aynı zamanda hem yüreklidir hem doğru düşünüyordur.    Bir insan doğruyu söylemelidir ve sözü uzatmamalıdır. Kendi yanlışlarını fark ederek başkalarından önce bu yanlışları düzeltmek daha iyidir.“ Ama insanımsı insan, mevki, iktidar ve güç sahibi iken zaten bunları fark edemez.

Son sözü Hz. Mevlana’ya verelim. “Ne fark eder ki kör insan için. Elmas da bir, cam da…

Sana bakan bir kör ise, sakın ola ki kendini cam sanma.”                      

 

 

 

DUVAR

 

Birer duvar örmüşüz ruhumuza, saklanmak için içine.

Ne kimsenin bakmasına izin veriyoruz içimize, tüm eksiklerimiz, yanlışlarımız ve ayıplarımızla, ne de müsaade ediyoruz kimsenin sevgiyle girmesine gönlümüze...

Gönlümüzün içinde cehennemi fırtınalar var ama örmüşüz etrafına çepeçevre duvarı, izin vermiyoruz içine girmesine kimsenin.

At gözlüğü takmışçasına bakıyoruz dünyaya. Sadece belli bir açıdan görüyoruz dünyayı ve dünyayı gördüğümüz kadar zannediyoruz. Sadece o gördüğümüz açıdan haykırıp, yardım istiyoruz kendi kendimizi mahkûm ettiğimiz kaderimize...

Önyargılardan, tabulardan ve bize zoraki giydirilen bir elbiseye benzeyen gereksiz yasaklardan oluşan duvarlarımız, taşları ve tuğlalarını hayatı boşa harcama uğruna dizerek, her gün daha da yükselttiğimiz o duvarlarımız...

Kendi kendimizle konuşup, kendi sesimizi dinliyoruz o duvarın ardında durmadan üzülerek ve acıyarak halimize...

Paylaşmıyoruz, kullanmıyoruz, nankörlük yapıyoruz Allah'ın lütfu beynimize, bilgimize...

İçimizdeki duvarın tuğlalarına nefret, pişmanlık ve isyan sözcükleri kazıyoruz durmadan...

Hâlbuki çocukluğumuzun masum temizliğinde, ağaçlara sevgi sözcükleri kazırdık. Kendimizle barışık olmayı beceremeyip, sevgi ve saygıyı kendimizden esirgerken, başkalarından bekleriz sevgi ve saygıyı cahilce, bilinçsizce...

Söz geçiremeyecek kadar aciziz kendi benliğimize...

Kendi gönlümüzü bile çürütür, biz farkında bile olmadan o duvar...

Hasret bırakır dostumuza, bizi uzaklaştırır, koparır, eşimizden, ailemizden o duvar...

O duvar ki, ihanet ettirir aslında, “kendi kendimize”.

Kudüs’te görevlendirilen bir gazeteci, Ağlama Duvarının önünden her geçişinde, yaşlı bir Musevî’nin orada öyle durup dua ettiğini fark etmiş. Bir hafta, iki hafta...

Sonunda adamla bir röportaj yapmaya karar vermiş. İzin alıp teybini açmış, sormuş adama:
“Adınız?”
“David. Polonya Yahudi’siyim. Yaşım 65. Bir manav dükkânım var. Evliyim. İki çocuğum Tel Aviv´de bir çiçek serasında çalışıyor.”
“Sizi her gün burada, Ağlama Duvarı’nın önünde dua ederken görüyorum.”
“Evet, her sabah dükkânı açmadan buraya gelirim. Dünya barışı ve insanların kardeşliği için dua ederim. Öğle tatilinde bu sefer insanların mutluluğu, acıların sona ermesi için Yaratana yalvarırım. Akşam da, eve dönerken bu kez dürüst ve iyi insanların esenliği için dua ederim. Cumartesi günümü de burada, yine dua ederek geçiririm.”
“Ne güzel! Kaç senedir bunu sürdürüyorsunuz?”
“İsrail’e göçtüğümden beri, yani 40 yılı geçti.”

Gazeteci çok etkilenmiş, heyecanla sormuş:
“40 yıldır her gün dua ediyorsunuz. 40 yıldır yılmadınız. Bugün nasıl bir duygu içindesiniz, neler hissediyorsunuz?”

Uzun uzun iç geçirmiş yaşlı Musevî, sonra bezgin bir sesle cevap vermiş:
“Vallahi artık bilemiyorum,” demiş. “İçimde, sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var...”

Sizce, bizler; ben, sen, o ve diğerleri, hepimizin içinde nasıl bir his var?

 

 

 

 

AYDIN KİME DENMELİ?


Bacon'ın ders kitaplarına girmiş olan o ünlü denemesini burada aktarmak gerekirse:
Okumak insanı olgunlaştırır, konuşmak ustalaştırır, yazmak ise daha somut bir bilgi sağlar. Dolayısıyla az yazanın iyi bir belleği olması gerekir. Az konuşanın keskin zekâlı, az okuyanın da bilmediğini bilir gibi görünebilmek için kurnaz olması gerekir.

Entelektüel dediğimizde batının anladığı münevver tipini anlıyoruz. İlmi düşünceye bağlıdır, dürüsttür, ilmin dışında konuşmaz, politikayı ilme sokmaz, ilmi politikaya karıştırmaz. Cesur düşünür, öncü düşünür. Bizde bunun karşılığı aydındır.

Münevver, Osmanlının aydın tipidir. Münevver kelime anlamıyla Osmanlı’da “nurlandıran”, “etrafına nur saçan, tenvir eden” anlamına gelir.

Aydın, bizde aydınlanan gibi görülüyor hâlbuki aydınlatandır. Halk başka bir tarafta, aydın başka tarafta gibi bir anlayış var. Aydın denince biraz halka, millete aykırı düşünen tipler akla gelmektedir.

Aydın profilini inceleyen yazarlardan Ergun Özen'in bir değerlendirmesini paylaşalım;

“Türkiye'de aydın olarak kabul edilen kadrolar, Tanzimat'tan bu yana  ülke gerçeklerinden esinlenmiş sosyal görüşler oluşturacak fikir akımları yerine, tercüme değerler üzerinden modeller oluşturma kolaycılığına yönelmişlerdir. Bir dönem Fransa'yı model alanlar, 20. yüzyıl başlarından itibaren Alman taklitçiliği modasına kapılmışlar, Birinci Dünya Savaşından sonra İngiliz kopyacılığına soyunanlar, savaştan sonra ABD modasını başlatmışlar, soğuk savaşın hızlı seyrettiği dönemde ise bir gurup aydınımız, birden Sovyet modasına kendilerini kaptırmışlardır...”

Kısaca, batı toplumlarındaki aydınlara kıyasla, bizim ürettiklerimiz tarih boyunca her kalıpta yer almışlar, ancak bir tek kendileri olamamışlardır maalesef.

Aydın denecek kişi kesinlikle korkusuzdur. Tüm insanlık için yararlı, güzel, doğru bildiği düşünceyi; sözü, yazısı, çalgısı, fırçası ve çizgisiyle anlatmaktan korkmayanlar gerçek aydındır.
Konfüçyüs'ün “Karanlıktan şikâyet etmektense, küçücük ve tek de olsa bir mum yakmak daha iyidir.” sözünün gereğini bazı aydın sayılanlar yapamamaktadır. Kendilerinin ve yakınlarının yararını düşünüp kişiliksiz ve korkak davranmaktadırlar.

Dogmalara inanmış, akıla ve bilime sırt çevirmiş, suskun ve korkak biri, bir sürü unvanı olan biri olsa bile asla “aydın” değildir.
Jean Paul Sartre’a göre aydın; kitleler adına egemenleri eleştiren kimsedir. Aydın, mensup olduğu toplumun kültürü ile barışık olabilmeli, olumlu ve olumsuz eleştirel tavrını terk etmemeli, toplumda oluşmuş önyargıları ortadan kaldırmak için çaba sarf edebilmelidir. Bütün bunların ötesinde de aydın, sıradan insanların aksine olay ve olgulara görülemeyen ya da fark edilemeyen yönleri ile yaklaşabilmelidir. Toplumumuzda halka ışık tutmayan, faydası bulunmayan aydınların sayısı fazla olduğu için halkın değerleri ile aydının değerleri arasında daima büyük bir fark ortaya çıkmıştır.

Bir de aydın cahiller var ki onlar kendilerini bir nevi aristokrat sınıfından sayarlar. İyi bir eğitim almışlardır. Toplumda belli bir yerleri vardır. Birçoğunun isminin başında, meslek ve kariyerini gösteren bir unvanı mevcuttur. Kara cahiller imzalarını atmaktan aciz iken bu aydın cahiller imzaları ile trilyonları götürmektedirler. Yine kara cahiller evde çocuklarına söz geçiremez iken aydın cahiller kitleleri peşlerinden sürükleyip anarşi ve teröre teşvik edebilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk'ün tespiti bu noktada çok önemli; “Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka okullarda okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi hiç okuma bilmeyenlerden de hakikati gören hakiki âlimler çıkar.”

Günümüzde, bazı aydın geçinen bireyler, yönetimlere sözde aydın konumuyla doğu kapısından Âdem Baba gibi çırılçıplak girerken, 3-5 yıl sonra koltuğu batı kapısından mutlu ve muzaffer olarak Karun gibi terk etmenin adıdır, ”Aydın ihaneti”.

Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; “Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?”

Öğrencilerden biri; “Uzaktaki sürüye bakarım, koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.” demiş.

Başka bir öğrenci söz almış, “İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman anlarım ki sabah başlamıştır.”

Bilge kişi, uzun süre susmuş.  Öğrenciler meraklanmışlar ve “Siz ne düşünüyorsunuz hocam?” diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş; “Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona bacım diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, aydınlık başlamıştır...”

 

 

 

 

ÇALIŞMA VE ÖZGÜRLÜK

 

Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz o da size gülümser.

İlk defa işe girecek birisini bir yerlere tavsiye ettiğimizde, tavsiye ettiğimiz kişiyi önerirken, çalışacak veya nasıl çalışması gerektiğini öğrenecek birisi olarak tanıtırız.

Kızılderili atasözünde söylendiği gibi; “Taşlı bağın duaya ihtiyacı yoktur. Kazılmaya ihtiyacı vardır.”

Çalışma hayatın şartıdır: Çalışmak, hayatı bire bir tanımaktır.

Çalışma ilerlemenin tek şartıdır ve genel olarak kendimize ve yapılan işe saygı duyularak yapılmalıdır.

Çalışma ve kendini adama süreci, sıkıcı olmaktan çıkıp kendi başına bir zevk unsuru haline gelmelidir. Eğer yetkinliğe saygı duyarsak, yetkinlik kazanmaktan zevk alırız.

Çalışmalarımızı değerlendirerek geçimimizi sağlamak bizim özsaygımız ile çelişmez. Yeteneklerinizi kullanarak ailemizi desteklemek ve hatta zengin olmak insanlık değerleriyle çelişmez. Ama bizler profesyonel çalışma prensipleri çerçevesinde de takım çalışmasını teşvik edip bireye ve kariyer gelişimine yatırım yapıp iletişimin açık, saygı ve güvenin vazgeçilmez olduğu bir kültür anlayışı ile çalışmayı ilke edinmeliyiz.

Çalışma çabamızda ülkü ve amacın akla uygunluğunu aramamız gerektiğini düşünmeliyiz.

Bunun sonucunda idrakimiz için sınır kalmayacağını, çalışmanın dört ana sebebinin; Mecburiyet, görev, menfaat, basiret olduğunu ama gelişmiş refah içindeki uluslarda mecburiyetinin daha esnek olduğunu biliriz.

Sadece biraz iş yapayım, biraz sonuç alayım veya çok iş yapayım, çok sonuç alayım düşüncelerinin dışında arayışlar olmalı hayatımızda. Sadece var olan kavramlarla, var olan tarihle, var olan klişelerle (sanatçı için özellikle) çalışmak yerine o mirası iyi öğrenip o mirastan çıkıp onu yersiz yurtsuzlaştırmak, yani başka bir yere doğru çekmek, kendine doğru, kendi çizgisine doğru çekip onu kurmak gerekli bence.

Her eser, hem fikirle, hem bedenle çalışmanın ürünüdür. Bu ortaklıkta günden güne artan pay ise zekânın hakkıdır; bu da manevi bir çalışmadır.

Yaşam kayığımızın adını, çalışmak koyalım ve bu yaşam kayığımızı hareket ettirmek için kullandığımız küreklerden birisinin bedensel, diğerinin fikirsel olduğunu kabul edelim.

Doğru dürüst gidebilmek için iki küreğe de ihtiyacımız olacak. Sadece fikirsel çalışma veya sadece bedensel çalışma bizim yaşam kayığımızı olduğumuz yerde döndürür durur. Bu da yaşam yoluna tek kürekle çıkmak ta tek kürekle yol almaya çalışmaktan farksızdır. Hiçbir yere gidemeyiz.

Tarihte ilk sınıfsal farklılıkları ortaya çıkaran unsurun, bilgi olduğuna inanıyorum. Bilgiye sahip olanlar, üretim sürecini denetleyip, kendilerini ayrıcalıklı bir konuma getirecek koşulları yaratarak ilk iktidar çekirdeğini oluşturmuşlar. Hatta bu konumlarını elde tutmak için de, bilginin paylaşabilirliğini ortadan kaldırma ve onun üzerinde tekel oluşturma yolunu seçmişler.

Bilimsel, teknolojik araştırma ve geliştirme etkinlikleri sonucunda ortaya çıkmış tasarımlar ve yazılımlar, en büyük değere sahip ürünler. Bugün maddesi ve ağırlığı olan ürünler arasında yer alan ev cihazları, bilgisayarlar ve hatta otomobiller, uçaklar için ödenen parasal rakamların büyük bölümü (bazı yazarlara göre ürünün bedelinin %90’ına kadar varabilen bölümü) beyinsel çaba karşılığında ödeniyor.

Çağımızın ekonomik tanımını en iyi yapabilecek kavram, elle tutulmayan, maddi varlığı olmayan değerlerin bedellerinin, gene kendisi de elle tutulabilir bir değere bağlı olmayan çağdaş parayla ölçülmesidir sanırım.

Bu noktadan itibaren insanoğlunun ortak yaşamı eşitsizlik, adaletsizlik üzerine kurulmuş.

“Pazartesi farkında olmadan Salı,
  Salı da, Çarşamba oluyorsa,
  Perşembe geldiğinde, hafta sonu için geri sayılıyorsa,
  Birinci hafta, yerini ikinciye,
  İkinci, üçüncüye,
  Ocak Şubat'a, Şubat Mart'a derken,
  Nisan olduğunda, yaz geliyor diye mutlu olunuyorsa,
  O zaman günümüzü gün etmiyoruz bence.
  Günümüzü, yarın ediyoruz!
  Gününüzü yarın etmeyi bırakın da,
  Gününüzü gün edin!"

“Benden farklı isen, bana zarar vermiyorsun, beni zenginleştiriyorsun.” demiş Saint Exupery.

Otorite ve disiplinin bir amaç değil, sadece bir araç olduğunu unutmamalıyız. Bu çalışma hayatında disiplinin gereksiz olduğu anlamına gelmez, ama insanın bu disipline gönlüyle, sevgiyle uyması gerektiği gözden kaçırılmamalı.

Ben kendi hesabıma, bütün gücümle çalışan sınıfı yükseltmeye, onların hayat şartlarını düzeltmeye, çocuklarını eğitim ve öğretimin nimetlerinden faydalandırmaya çalışacağıma, çalışmayı kutsal sayarak şerefli, faziletli ve zeki işçileri kendimle ve hukukta eşit sayacağıma inanıyorum ve bunun için çalışmak istiyorum.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabında “İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini, rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu?” diyalogu var.

Rousseau, insan uygarlığının en eski aşamalarındaki özgürlük, düzen ve paylaşımcılığa duyduğu umutsuz özlemi gizlemezken değişimi ortaya çıkaran unsurun kaba güç olduğunu ama onu kalıcı ve resmi hale getireninse, yaşam ilkelerini düzenleyen toplumsal sözleşmeler olduğunu vurguluyor. Ancak eğitim ile olabilecek şeyi kanunla yapmamalı.

21. yüzyılda insanlığın ilk görevi, toplumsal bozuklukların kök saldığı ve yeşerdiği fakirlik, açlık, eğitimsizlik, işsizlik ve çaresizlik batağını kurutmak ve aydınlığı tehdit eden bu habis hastalıkları yok etmek olmalı.

Bu amacı gerçekleştirmenin yolu ise beyin ürünlerinden elde edilen kazançlarla refahını gittikçe arttırarak sanayi sonrası toplumun nimetlerini yaşayan dünyanın zengin, gelişmiş ülkelerinin katkısıyla ve dünya örgütlerinin aracıyla, mevcut maddi ve manevi zenginliği dünya toplumunun hastalıklarıyla mücadele etmek için etkin bir biçimde kullanabilmek.

Birleşmiş Milletler Örgütü, dünya ülkelerinin birbirlerine yakınlaşmasına ve aralarında işbirliği ve dayanışma oluşmasına önemli katlılar sağlamıştır. Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından gerçekleştirilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, bugün çevresinde oluşturulmuş başka zorlayıcı anlaşmalarla, dünya çapında temel insan haklarının korunmasını sağlayıcı etkin bir araç oluşturmaktadır.

“Mutluluk varacağımız bir istasyon değil, bir yolculuk şeklidir.” demiş Montesquieu. Birey kendi alın yazısını belirlemede hürdür. Hür birey olarak demokratik sürece katılacak öyle kalacaktır. Tek değer değil, değerler çokluğu yaşanmalı.

Doğa tek tip insan yaratan bir fabrika değil, çoğulcu.

Monarşi idare tek biçimli insan yaratma sevdasıyla, idare edenleri Allah’ın yerine getirdiler. Özgür birey yok oldu. Hiç kimse kendisi olamadı. Ortada duyulan sesler slogan ve kısır törenler oldu. Herkesin aynı düşündüğü yerde, aslında kimse düşünmüyor demektir. Devleti ayakta tutan zorbalıkla meşruluk arasındaki ilişki ters orantılı. İnsan yalnızca biyolojik gereksinmeleri olan bir varlık değil hak ettiği değer verilmeyince öfkelenen aşağılanınca utanan, değerince değer verilince gurur duyan bir yaratık.

Çoğulcu demokrasilerde bir gurup, diğer gurubun karşıt görüşlerini sergileme hakları engellendiğinde, kendi hakları engellenmiş gibi savunurlar. Çünkü savundukça kendilerinin de çoğalacaklarını bilirler. İnsanlık dayanışması kültürel çeşitliliğe saygı içinde gerçekleştirildiğinde barışa ulaşılacaktır.

Bu yüzden insanlık “tek” yerine “çok”u, “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine.” (N. Hikmet) yaşatan çoğulcu demokrasiyi getirecektir. Bunun anlamı, birden çok aklın yarışarak, yaratma ve üretme kesintisizliğine ulaşılmasıdır.

Yansız devletin maddi dayanağı özgür halk, kurumsal dayanağı hukuktur. Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Hukuk örgütlenmiş adalettir. Hukukun olmadığı yerde halk sürü, insan köledir.

“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kim, kendini başkalarının efendisi sanır, böyle sanması, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasallaştıran nedir?” J.J. Rousseau, Toplum sözleşmesi.

İnsanlık doğası gereği otorite ve disiplinin bir amaç değil, sadece bir araç olduğunu bilmelidir. Size emir verebilen kişiler, sizi, büyüleyici bulduğunuz bir problemi çözmekten alıkoyabilir – ve bunun için de pek çok garip sebep bulabilir. Bu nedenle otoriter tavırlarla mücadele etmek gerekebilir, aksi bir durum biz ve hür insanlar için solunacak özgür hava kalmaması demektir.

Otorite, sansürcülük ve gizlilik sayesinde yaşar, gönüllü işbirliği ve bilgi paylaşımından hoşlanmaz. Tek sevdiği şey kendi kontrolü altında gerçekleşen iş birlikleridir.

Ben zorunluluk olayına kulak verdikten sonra...
Özgürlüğün bir sorumluluk olduğuna karar verdim.

Özgürlük, evet demek istediğinde evet demek, hayır demek istediğinde hayır diyebilmek ve bazen de hiçbir şey demek istemediğinde sessiz kalabilmek; hiçbir şey söylemeyip, susabilmek demektir. Tüm bu haklarımız varsa, ancak o zaman özgürlük vardır.

Maddenin bir cazibe noktası merkezi olma durumu ortadan kalkarsa, özgürlükten bahsetmemize de gerek kalmaz. Dünya okulunu başarı ile tamamlamış biri için özgürlük problemi yoktur, ama belli bir süre sonra belki de çok daha yüksek seviyeli başka bir cazibe noktasını merkez edinme gibi bir durum ortaya çıkabilir.

Özgürlük ve esaret bu anlamda hiçbir zaman bitmeyecektir.

Dört duvar arasında da olsan düşünebiliyorsan özgürsündür!

Bir kölenin bedenin yaşadıklarını, tahammül ve şükürle taşıyan kişidir, gerçekten özgür olan.

Özgürlük insanın vücudundaki değil, beynindeki düşünebilme kavramıdır.

Özgürlük aslında bir bütün olarak gerçekte hiç var olmayan, olduğu varsayılan, her zaman kontrollü olandır. Belki de öyle olmalıdır. Bilemiyorum…

İnsanlar özgürlüğe mahkûmdur.

 

 

 

 

ARILAR

 

Bu hafta köşeme Özgür Kocaeli gazetesinden Sayın Ali Gündoğdu alıntısından alıntı yaparak başlamak istedim. Bu arı hikâyesi bende de kayıtlı idi ama ana kaynağını bulamadım.

500 gram bal için arılar, 3 milyon 750 bin defa çiçeğe konup kalkıyor. Bir kg bal için ise 40 bin tane arı, 6 milyon çiçeği dolaşıyor. Bal arıları bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını emiyor ve 100.000 km kanat çırpıyor.

Bu deli çalışmanın arasında dönüp “Öbür arı benim kadar dolaşıyor mu?” diye kontrol gereği de duymuyor. Birbirlerine tam bir güven içinde sadece hedeflerine odaklanmışlar! Neredeyse kölesi olduğumuz bilgisayar saniyede 16 milyar aritmetik işlem yaparken, bilgisayarın doğadaki rakibi bal arıları bu sürede daha az enerji har­cayarak 10 trilyonluk işlem yapmakta.

Bir koloninin pazarlanacak 1 kg bal üretmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için 8 kg bal tüketmesi gerekiyor.

Bu da koloninin 6 kez dünya çevresini dönmesi demek...

Onlar bu işi canla başla yapıyor ve genetik olarak nesilden nesile aktarılmış bir tembellik asla söz konusu olmamış!

Bu arı cumhuriyetinde cinlik yapmak için “Birkaç gram bal da kendime sak­layayım.” diye peteği hortumlayana da şimdiye dek rastlanmamış.

Hepsi güneşin “kalk” ziliyle çalışmaya başlayıp güneşin “paydos” ziliyle din­lenmeye çekiliyorlar.

Hiçbir arı, “Kraliçe hanım işin kaymağını yiyecek diye ben geberene kadar çalışmam abi...” de dememiş, kovandan çıkınını alıp başka yollara düşüp başka bir kovanda cumhuriyet kurmayı da düşünmemiş!

Karşı kovandakileri kıskanıp o peteğe de dadanmamış!

Her bir petek gözünün altıgen prizma şeklinde inşa edilmesi esas peteğin direncini sağlıyormuş. Bu nedenle kilo­larca balı rahatlıkla taşıyabiliyor. “Gerçekten de en az balmumu harca­yarak, maksimum ölçüde bal depola­mak için en uygun şekil, arıların inşa ettiği altıgen prizmadır.” diye onaylıyor fizikçiler.

Hadi bakalım arılardan özür dileyelim, onlara “hayvan” dediğimiz için. Elin hayvanı düzen tutturmuş, milyon yıldır hayatına fesat sokmadan sürdürüyor yaşamını.

Arıların “Ayıkla pirincin taşını!” diye bir sözleri de yok. Başka arıların yaptıklarını, onlar hayatlarını kısıtla­yarak temizlemek zorunda değiller!

Hadi gelin, bir de arılarla sinekleri karşılaştıralım…

Bir gurup arıyla sineği bir şişeye koyuyorlar. Şişenin taban tarafını ışığa doğru, açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştiriyorlar. Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru üşüşüyorlar.
Ama şişenin tabanı cam ve onların da yabancısı olduğu bir madde olduğundan çıkmayı başaramıyorlar.
Bu arada sinekler, şişenin ağzına doluşuyorlar ve karanlıkta dışarı çıkıp kayboluyorlar.
Ağzı açık olan şişeden karanlık tarafa doğru tek bir arı bile gelmiyor. Camın önünde ışığa doğru çabalarına devam ediyorlar. İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor. Ancak daha derinlemesine düşününce karşımıza bir anıt gibi dikilen gerçek çok farklı oluyor.
Arıların ne kadar akıllı varlıklar olduğunu hepimiz biliyoruz. Sinekler ise malum hayvanlar.
Arılar ne kadar temizse adı üstünde, sinekler de o kadar iğrençtirler. Arılardan korkarız bizi sokarlar diye ama sineklerden midemiz bulanır.
Evet, ışığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır kuşkusuz. Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyenlerdir. Ne tür engel olursa olsun önlerinde, çabalarını sürdürenlerdir. Ve bu uğurda da gerektiğinde ölebilenlerdir. Yürek, azim, sevgi, ilkeler, dürüstlüktür bunu yaptıran. Kendine saygı, yasadığı topluma saygıdır.
Sinekler için, şişenin ağzının karanlığa bakmasının onlarca hiç bir önemi yoktur. Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak varlıklardır. Sadece kendi yaşamları söz konusudur. Nerede yemek varsa, nerede rahat yaşayacaklarsa, nerede çok para kazanacaklarsa oraya giderler.

Arıyı kovalamak isterseniz savaşır. Engellere aldırmaz. Amacı sadece ışığa ulaşmaktır. İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır. Ve değerleri için ölür. Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.
Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler. Onlar için yumurtalarını bırakacakları yerin bile hiç önemi yoktur.
Ömer Hayyam ne güzel demiş;

“Girme şu alçakların hizmetine.
  Konma sinek gibi pislik üstüne.
  İki günde bir somun ye, ne olur.
  Yüreğinin kanını iç de boyun eğme...”

Bu da benden;

Siz hiç başka arıyı sokan, bir arı biliyor musunuz?

 

 

 

                                           

APTALLIK ÜZERİNE


İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar.

Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar; yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler; yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyebiliriz.
Aptallara gelince; aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak, başka birine zarar veren kişidir.
Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal var.
Nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmak çok zor. Çünkü tahminimiz muhakkak gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak tarih boyunca, çeşitli gurup ve sınıflar içinde sabit bir oranda aptal bulunduğunu kabul edebiliriz sanıyorum.
Belirli bir insanın aptal olma olasılığı, aynı kişinin başka karakter özelliklerinden bağımsızdır, hele günümüzde bu tiplerden hayatta başarılı gözükenlerde vardır.
Aptallığın ilahiliğine ilişkin olağanüstü bir gerçek var. Tabiat, her zaman ve her yerde belli oranda aptal bulunmasını sağlıyor. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını yaşayıncaya kadar fark etmemizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye gidersek gidelim, sonuçta etrafımızda her zaman aynı oranda, en kötümser tahminlerimizin de üstünde aptal olacağını varsaymamız yararımıza. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı, toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılı.
Geleneksel toplumların katı ve değişmez hiyerarşisi içinde, aptal olduğu halde, iktidar sahibi olanların bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilmeli.

Neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? diye, düşünebiliriz. Bu noktada, sabit oranda aptalı güvence altına almanın, seçimlerde, iktidar sahipleri için de en etkili araç olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla aptal vardır. Seçime girecek adaylar arasında da her zaman tahmin edilenden daha fazla oranda aptal olduğu ve bunları kendileri eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmemizin olanaksız olduğu ortaya çıkar. Seçmenler arasındaki belli orandaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, doğal bir sonuç. Çünkü aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.
Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için şu sonuçları doğurur. İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır, şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.
Aptal olmayanlar ise, her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümseyerek aptallık ederler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.
Aptal insan, var olan en tehlikeli insan türü.
Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkalarına zarar verirler. Yani aptallar işin içine girince tüm toplum yoksullaşır. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı veya olanağı tanınmış.

Normalde, geri bir toplumda da ileri bir toplumda da belli oranda aptal olması gerekir. İki toplum arasındaki temel fark aptallara verilen etkin konum arasındaki fark.

Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar ile Aptallığa Eğilimli safların oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı ile toplumda aşırı ve yıkıcı güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenebilir.

 

 

 

 

SÖZDEKİ “ÖZ”, TAKLİT VE TAHKİK

 

Dinimizde Ramazan olarak adlandırılan bayram, hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Oruç ilk defa o yıl  farz kılındığından, bu ayı oruçla geçiren müminler, sonraki ayın (Şevval) ilk üç gününü bayram olarak kutlamışlardır. Bu sebeple bu bayrama ramazan bayramı veya bayramdan önce fitre verildiği için fıtır bayramı da denilmiştir.

Gelin bu hafta sözdeki Öz’ü, taklit ve tahkiki paylaşalım.

Adını hatırlayamadığım bir düşünüre göre, söz ve kelâm; anlatanın kendini veya bir konu üzerindeki düşüncelerini ifade etmek için kullandığı bir araçmış. Dile getirilmemiş olan düşünce, Allah ile kul arasında sır olduğundan, düşüncenin iyilik derecesini Hakk’ın belirleyeceği bir durummuş tabii ki. Karşılıklı iletişim aracı olan söz, kişinin aynasıdır. O aynadaki parlaklık, bilgideki güzelliğin yansımasıdır. İlahi Kelâm’dan (Kuran-ı Kerim) alınan bilgiler ışığında ki anlatım, sözde ki ÖZ’ü ortaya koyar, söylenen özlü sözdür. Kelimedeki anlamı çıkartmak, özlü olan sözün gönülden kopup geldiğini fark etmektir. Gönülden gelen söz dinleyenin gönlüne hitap edebilmesi için gönülden gönüle köprü olması gerektir. Hakk bilgisi ile bezenmiş bir gönül, diğerine aynadır. Baktıklarında birbirlerini görürler, iki aynanın karşılıklı görüntü vermeleri ise sonsuzluğa erişmektir.

Bilgi kaynağımız olan İlahi Kelâmdan öğrenilenler ile kalmak sadece onları uygulamak, emir ve yasakları yerine getirmektir. Bu amelde tefekkür yok denecek kadar azdır. Şeriat hükümlerini tarikat boyutunda uygulayıp amelde ki uygulamanın şekli tarafından yani zahiri tarafından sıyrılıp bâtıni yönüne hareket etmek, ÖZ’üne vakıf olmaya çalışmak, hakikat boyutunda ilim yapmak ise tefekkür ile olur. Tefekkürde amaç; ilk önce Gönül Evi’ni inşa edip orada Hakk’ı bulmaya çalışmaktır. İnşa edilen evde zamanla beş oda oluşur bu odalara isim verecek olursak “Sevgi, Sabır, Şükür, Hoşgörü ve Tevazu odalarıdır.” derler. Odaların dayanıp döşenmesi gönül evine ferahlık ve huzur getirir. Karşı gönülden gelen sözün manası odalarda yankı buldukça anlamını artırır, gönülden gönüle köprü kurulur. Aslında birbirine karşı gönüller değildir, aynı havayı teneffüs eden tevhitte birlik olmuş birbirlerini ikrar tasdik eden BİR’e teslim olmuş temsilcilerdir. Bu nedenle sözdeki nuranîlik Hakk’ın Evi olan gönülden gelen yansımadır.

Taklit, insanın yapmasında ve konuşmasına başkasına uymasıdır. Bunun karşılığı tahkiktir. Tasavvufta, taklit; hal ve makam ehlinin sözlerini söylemek, kendi yeterince olgun olmadığı halde, onlar gibi olgun gözükmeye çalışmaktır. Tahkik ise bunun tam tersidir. Tahkik, gerçekleştirmek anlamında bir kelimedir. İlahi isimlerin şekillerinde Hakk’ın zuhur etmesine denir. Hz. Muhammed, Allah’ın Cebrail aracılığı ile naklettiği, Hak dini olan İslamiyet’i, insanlara tebliğ etmesi, yaratılanların içinde insan denilen varlığın ayrı bir tekâmül planı içinde olduğunu göstermektedir. Tekâmül etmesi için gönderilen insana, her türlü donanım verilmiş, her türlü ortam sağlanmıştır. İnsanın yapması gereken, yaradılış gayesini düşünüp araştırıp, ihlâs içinde gönül’e indirip ‘Tevhit’ inancına göre amel etmektir. Halk eden Allah, nakleden Cebrail, tebliğ eden Hz. Muhammed… İnsana emanet edilen akıl’ın birinci derecedeki kullanım alanı, Hakk dini olan İslamiyet’tir... Akılda bulunan yeteneklerden biri anlama yetisidir, anlama yeterliği bulunan biri, okumayı öğrenme yeterliğine de sahiptir.

Kuran’da birçok ayette, “Biz bunları siz okuyup anlayasınız diye açıklıyoruz.” denilmektedir. İşte bu nedenle de; Kuran hiç kimsenin tekelinde değildir. Camiler, toplu ibadet yapmanın,  yapılan ibadetin faziletinden, orada bulunan herkesin faydalanması içindir. Nasıl ki gönül Allah’ın evi ise, o gönülde Allah sevgisi hüküm sürüyor ise, ibadethanelerde camilerde Allah evidir, orada hüküm yalnız Yüce Allah’tır. Bu sebeple camilerde dini sohbetler yapılmaktadır. Bir hadiste “İki kişi hak sohbeti yapıyorsa üçüncüsü Cenâb-ı Hakk tır” denir.

Kaf Suresi 16 Ayet de: “And olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”denilmektedir.

En önemlisi anlatılanlar ile amel etmeden önce doğruluk derecesini araştıralım. Mantık süzgecinden geçirelim, her söylenen Hadis bir Ayetle destekli mi, Kuran’a uygun mu değil mi tetkikini yapalım, Gönülden yapılan ibadetler ile şeklen yapılan ibadetleri değerlendiren Allah’tır.

Allah, cümlemizi ‘tahkiki iman’ ile amel edenlerden eylesin...

 

 

 

 

PALYAÇO

 

Komedi veya Güldürü'nün güldürme amaçlı espri manası vardır.

Espri konusunda; bir kişi bir espriyi yeteri kadar komik ya da değil, kırıcı veya kırıcı olmayacak şekilde bulabilir. Buna göre; komedi kişinin zevkine göre değişir.

Komedi de; bir sunumun iyi ya da kötü olduğunun kararı; o sunumu dinleyen ya da izleyenlerin tecrübeleriyle gerçekleşir. Her gülünç şeyin altında ders alınacak acı bir gerçeğin olduğuna inanılır. Konusunu günlük hayattan, sosyal olaylardan seçer. Kahramanları sıradan insanlar, eğitim görmemiş ya da sonradan görme kişilerdir. Üslupta kusursuzluk aranmaz, kaba sayılan hatta küfürlü sözlere yer verilir. Çirkin, kaba olaylar seyircinin gözü önünde işlenir.

Benim paylaşacağım palyaço tipi ise kendinden olan her şeyi size değiştirerek gösteren, tüm gayretini bu değiştirilmiş varlığı ile etrafına yaltaklanıp sokularak oynamada, güldürmede ve eğlendirmede toplayan, sonunda da parsasını koparan bulaşık insan...

Bu gibilerde ne gördüğünüz burun kendi burunları, ne size bakan gözler kendi gözleri, ne karşınıza çıkan surat kendi yüzleridir.

Esasen palyaço yüzsüzdür. Bu kadar çok boyanış o yüzden değil midir?

Rolleri dışında bize benzedikleri halde vazife sırasında başlarında çıngıraklı külahları, sırtlarında garip elbiseleri, ayaklarına allı, pullu pabuçları vardır. Durmadan koşarlar, zıplarlar, atlarlar, düşerler, kalkarlar. Her türlü takla (!!!) atmasını iyi bilirler, türlü şekillerde eğilip bükülmesini beceremeyen, palyaço olamaz.

Bazı oyuncu palyaçoların ise, içlerine dışarıdan ulaşılamaz ve dışları her şeyleridir. Bazen gerçek yüzlerini, adam hissi veren donuk maskelerinin altında aramayı becermeli. Gülümsemeleri yapmacık, masum görünüşleri aldatıcı, zekâları oynak, vicdanları kaypaktır. En büyük hünerleri sevmeden sevimli, inanmadan imanlı, ruhça ölüp bitmiş oldukları halde canlı görünmelerindedir.

Bu cins palyaçolar, sahnedekilerin zıddına, topluluğun gerçek ciddiyetini içinden yıkarlar. Hiç bir zaman terk edemedikleri yılışkanlıklar ve oyalama kastı ile yaptıkları türlü hokkabazlıklar, onları izleyenlerin gözlerini, toplumun çıkarlarından uzaklaştırdığı için bu tiplerden bir teki bile halk kalabalıklarını asıl yaşam amacından alıp başka yönlere yönlendirmek için yeterli gelebilir. Onların gözlerinde var olan biricik güç, daha oyun bitmeden toplamaya başladıkları parsanın özündedir. Palyaçolukları bu nedenle palyaçoluk için değil, ancak ve ancak çıkar içindir. Kime ya da kimlere, ne zaman, nerede, neler oynanması gerektiğini çok, ama çok iyi bilirler.

Dünyanın gözündeki aşağılık mevkilerini, bayağı mertebelerini iyiden iyiye sezdikleri için bu pespayelik duygusunu kapatmak, körletmek için, içlerinin karanlığına bakmadan öyle haşmetli tavırlar takınırlar, öyle edalı hareketler yaparlar ki saf yürekliler bunlarda parlak bir zekâ, kusursuz bir mantık, dayanıklı bir karakter var zannederler. Karakterleri ise saman kâğıdından az dayanıklıdır.

Onlara aldananlar, ancak zaman ve olayların yardımı ile düştükleri bu gafletten uyanabilirler. Hem öyle bir olay, iki olay değil, birkaçı üst üste gelmek koşulu ile... Eski hayranlık sarhoşluğu, sonuçta güvensizlik ve nefret duygularına dönüşür.

Palyaçolar daima bir şey isterler, daima bir dileğin peşindedirler. Utanma nedir bilmezler. Para isterler, makam isterler, şöhret isterler, şeref ve şan isterler; hatta saygı isterler. Sonuncusu hariç, çoğunlukla bunları elde ederler. Saygı için hariç dedim.

Faziletsize boyun kırma, bel bükme değil, secde edilse yine de o hareket saygı olamaz.

Bunun içindir ki, layığına gösterilmemiş saygı, gerçek saygı sayılmaz ve bu yanlışa düşenler de ölene dek gerçek saygıyı görmekten mahrum kalırlar.

Bu gibiler için doymak yoktur. Gözleri kadar ağızları da her zaman açık durur. Hep açtırlar. Haklı olarak elde edilmiş değer ve nimetlere bakışları ise, kıskançlığın bütün ateşleri ile yanar. Bu gibiler doğru ve düzgün insanları değerlerden ve nimetlerden yoksun kılmak için zekâlarını şeytanı hayrete düşürecek bir hilecilikle işletirler. Sonuçta çok defa nimetlere zarar verebilir fakat değerleri yok edemezler.

Dün aleyhinde en çirkin şeyleri söyleyip yazdıkları en kahredici tertipleri aldıkları halde, bugün aynı adama rast gelince ya sırnaşarak ya da yalandan ciddi durarak en derin dostluk duygularını açıklamaktan çekinmezler.

Sahte özenleri, herhangi bir şekilde kendilerinin keşfedilmesi olasılığından gelir. Bu yalancı pehlivanlar, gerçekte dünyanın en korkak yaratıklarıdır. Toplum içindeki en zararlı rolleri, doğru dürüst yürüyenleri sapa yollara çekmektir.

Bilmem, gerçek sahnenin dışında oynayan palyaçoları iyi anlatabildim mi? Bu bir cinstir. Her devirde ve her yerde ürer ve türer.

Fakat ona kim, ne şekilde isim verirse versin, o palyaçodur.

Bütün mesele onlara iyi ve doğru teşhisi koymaktır. Aksi takdirde onların tuzağına düşmekten, onların aldatması ile iyi insanları kötü, kötüleri iyi zannetmek yanlışından kendimizi kurtaramayız.

 

 

SİLSİLE

 

Üçüncü sınıf, üçüncü sınıf öğrencileri için zordur. Beşinci sınıf bilgi ve yaşında, üçüncü sınıfta olmak ise zor gelir insana.

Yaşamak ve kaliteli yaşamak arasındaki farkı hiç unutmamamız lazım. Çünkü okulu araç bilirken yaşamın amaçlarını kaçırıyoruz.

Hâlbuki yaşam “sen” ve “ben” ayırımını aştıktan sonra başlarmış. Gerisi hazırlık sınıfı imiş…

O zaman hazırlık sınıfında sürekli çakmayalım lütfen.

Okulumuz, öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımız... Bizi biz yapan unsurlar. Onları kendimizden ayırmayalım...

Kendimize vereceğimiz görevlerdir bizi özgür kılan. Kendimize görev vermezsek hep başkalarının verdiği ödevlerle yaşarız.

Kendimize hoş geldik. Kendimizi nerede ararsak orada bulmayız, orayı bulursak, kendimizi ararız ve kendimizi bulursak, oradan çıkarız. Kendimizden çıkarsak artık hiç aramayız.

Bir makama talip olmadan önce kişinin takip etmesi gereken silsile olmalı.

Tabii silsilenin ne olduğunu bilebilecek basirete, ahlak düzeyine, erdeme sahip olanlar, ya da en azından bunların yanından geçmiş olanlar için geçerli bu yazacaklarım.
Kadim zamanlarda, dünyaya barışı getirmek isteyen kişi, önce devleti yönetmeyi öğrenirdi.
Devleti yönetmeyi isteyen kişi, önce ailesini düzenlerdi.
Ailesini düzenlemek isteyen kişi, önce kişisel yaşamını geliştirirdi.
Kişisel yaşamını geliştirmek isteyen kişi önce gönlünü düzeltirdi.
Gönlünü düzeltmek isteyen kişi, önce, niyetinde içten olmayı öğrenirdi.
Niyetinde içten olmayı isteyen kişi, önce bilgiye gereksinim duyardı çünkü bilgi evrendeki her şeyden kaynaklanmaktadır.
Kendini fark etmek, dünya barışına yönelik ilk adımdır.

Hiçlik, insanın kendi kendisini yok saymasının bir göstergesidir. Bencillik, tam tersine insanın kendi kendini dev aynasında görmesidir.

Birinde karamsarlığın izleri, diğerinde ise her şeye sahiplenmenin ve üstün özellikleri bencillikle özdeşleşmesi var.
Tevazu ise bu iki zıt duruşun dengesini sağlayıp, terazinin ne hiçliğin ne de bencilliğin ibresinde olduğunu kanıtlamalı.
Kimi zaman içimizde büyüttüğümüz egonun bize fayda vermediğini anlarız. Tam tersine zarar verecektir. Zaten dengeyi sağlayamamış bir zihinle, hareketle yaşanılamaz. Monoton bir yaşamın sonucu da monoton bir insandır.
İnsanın ayakta düşmeden, dengeli bir şekilde durmasının sebebi iki ayağının ve bu dengeyi sağlayan gövdesinin olması ise tevazu da kişilik için bir denge unsurudur. Tevazu “Ben bilmem.” demenin şuuruyla öğrenilecek ne varsa öğrenmektir.

İnsan “Bilmem” dedikçe öğrenir, öğrendikçe de “Bilmem” der.
Kişiliğini kazanmamış kimselerin yüzlerinde her gün değişik bir maske vardır ve hep maskeli yaşarlar. Yaşadığımız (yaşamaya çalıştığımız) zaman diliminde o kadar çok maskeli insan var ki maskesiz yüzleri göremiyoruz veya fark edemiyoruz artık. Ve sonuçta hak hukuk tanımayanlar için türedi çil yavruları gibi.
Sırası gelmediyse maskeleri çıkarmanın,
Sırası gelmediyse toprakta ve gönüllerde yeşerene su vermenin,
Sırası gelmediyse onurluca yaşamanın,
Ve sırası gelmediyse gönüllerdeki mührü kaldırmanın,
Elbette vicdanlar ateşten geriye kalan bir kül misali savrulurlar, savrulurlar, savrulurlar…

 

 

 

BEYNİ İLE DÜŞÜNEBİLENLERE

 

Biz mi, düşüncelerimize hâkimiz? Yoksa düşüncelerimiz mi bize hâkim?

İnsanlar düşünce gücünü doğru ve yerinde kullanmayı bilselerdi pek çok şeyi başarabilir, imkânsız gördükleri birçok şeyin gerçekleşebileceğini fark ederlerdi. Her şey düşünce safhasında başlıyor.

Nasıl mı? Bilinçli ve bilinçsizce düşündüğümüz her şey bilinç aracılığıyla gerçekleşmek üzere kendine yol arıyor. Düşünce boyutunda yarattığımız bütün düşünceler ve fikirler yok olmuyor. Ve yaratıldığı amaç ya da program istikametinde büyümeye ve beslenmeye başlıyor.

Eğer meydana gelmesine neden olduğumuz bu fikirleri ve düşünceleri beslersek çok daha güçlü hale gelmeye hatta bizi de yönlendirmeye ve de bize sahip olarak kendi doğrultusunda yeni programlar oluşturtmaya başlıyor. Hastalık sebebi virüsler gibi. Ancak sadece kendine uygun ortamı bulabildiğinde gelişebiliyor. İşte algıladığımız tüm duygu ve düşüncelerde beynimizde yer buluyor, aktif hale geliyor. İster bizim ürettiğimiz ister bir başkasının ürettiği fikir olsun ister bilinçli olarak veya farkına varmadan kabullenelim.

TV aracılığıyla aldığımız etkileri düşünebiliyor musunuz?

Kendi kendimize farkında bile olmadan olumsuz mesajlar vererek neleri yapabileceğimizi unutturuyoruz kendimize. Beyne olumsuz yapılan uyarılar nedeniyle oluşan şartlanmalar sonucu kendimizi sınırlıyor ve neredeyse zindanlara mahkûm ediyoruz kendimizi.

Beynimizin gücüne inanmakla başlamak gerekiyor işe. En önemlisi geçmişin geleceğe ayna tuttuğuna ve nasıl yaşarsak o şekilde muamele göreceğimize inanmalıyız.

Düşündüğümüz şeyi oluyoruz zamanla. Düşüncelerimiz bizi meydana getiriyor, çünkü negatif düşünce ve enerjiler kendilerine uygun ortamlarda yaşama imkânı buluyorlar. İnsanoğlu bildiği halde kullanmıyor gücünü. Bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Evinize son model bir elektronik alet aldınız. İşlevsel olarak çok farklı üstünlükleri olduğunu bildiğiniz halde elinizde kullanım kılavuzunuz yoksa sağlıklı olarak çalıştıramazsınız. Bilinçsizce denerken zarar bile verebilirsiniz. Oysa aynı aleti kullanan arkadaşınız varsa size en etkin bir şekilde bu elektronik aletten nasıl verim elde edebileceğinizi size öğretebilir değil mi? Ama bizler genelde kullanım kılavuzunu okumadan her aleti çalıştırmaya başlarız. Alışkanlıklarımız budur.

İnsan beyni de aynen böyle. Beynimizin o kadar çok işlevi var ki, bizler sadece çok az bir kısmını kullanıyoruz. Üzücü yanı ise nasıl kullanabileceğimize dair verilen önerileri de dinlemiyoruz ya da dinlediklerimizi uygulamıyoruz. Sanki faydalı bilgileri unutmaya programlanmış beyinlerimiz.

Düşüncelerimizden sorumluyuz. Neden mi? Çünkü düşüncelerimiz olayların akışını yönlendiriyor, şekillendiriyor. Bizler ya canavarlarımızı yaratıyoruz ya da meleklerimizi.

Olayı açıklamak üzere şöyle bir mizansen yaratalım; Vücudumuzun organlarından kalbimiz midemize düşman olsun. Onunla savaşsın ve savaşı kazansın. Bu durumda kim kazanır? Kim kaybeder? Kalbimiz mi? Midemiz mi? Yoksa biz mi?

Düşünce boyutunda başlar saldırılar, negatif düşünceler. Bunları üreten beyindir. Üretilen düşüncelerin ne denli güçlü etkiler yapabildiğini gerçekten idrak edebilsek kafamıza dolan düşünceleri nasıl da hassasiyetle elerdik. Çünkü negatif düşünceler, diğer negatif enerjilerle buluştuğunda bu kez de zincirleme reaksiyonlara dönüşüyor ve katlanarak sanki bir çığ gibi kocaman oluyor ve bizlere geri dönüyor. Sonra da isyanlara başlıyoruz, biz bunları hak ettik mi diye.

Sorumsuzluğumuzun karşılığını mutlaka görüyoruz. Çünkü insan gerek kendi hayatını gerek başkalarının hayatını bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yaydığı düşüncelerle şekillendirmekte. Böylesine bir güce sahipse insanoğlu, neden olumlu yönde ve üstelikte bilinçli bir şekilde kullanmasın bu gücü? Olumlu düşünceler ve fikirler üretmeye çalışalım. Keşke sevdiklerimizin ve kendimizin mutlu ve sağlıklı olduğuna inanabilsek.

O halde sahip olduğumuz bu gücü bilinçli olarak yönlendirelim. Çünkü bizler her hal ve durumda ya çevremize etkide bulunuyor ya da etki alıyoruz. Önemli olan, bu negatif etkilerden mümkün olduğunca korunabilmek, üstelik de çevremizi olumlu yönde etkilemek. Bizler kendi ellerimizle inşa etmekteyiz iyilikleri de, kötülükleri de.

O halde sürekli olumlu mesajlar vererek sevgimizin çığ gibi tüm insanlığı kaplamasını dileyelim. Behçet Necatigil ne güzel yazmış;

“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz.
  Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”

Dilerim öyle olsun.

 

 

 

 

SAFSATA


Boyut Yayınevinin ”Safsata kılavuzu” isimli yayınından ilham aldım. Akıl yürütmenin birtakım kuralları varmış ve bu kurallar matematik kurallarına benzermiş. Nasıl ki matematik kurallarına uymayan bir matematikçi düşünülemez ise mantık kurallarına uymayan bir iddia sahibi de düşünülmemeli imiş.

Bir düşünceyi ortaya koyarken veya anlatmaya çalışırken yapılan yanlış çıkarcılıkların tamamına ‘safsata’ denir. Safsatalar, ilk anda geçerli ve ikna edici gibi gözüken ancak daha sonra kendilerini ele veren sahte kanıtlarmış.
Günümüz Türkçesi'nde ‘safsata’ kelimesi kusurlu, yanlış inanç manasında kullanılmakta ise de aslında safsata, insanın akıl yürütme özelliğinin yanlış kullanımı. Genellikle eksik bilgi, batıl inançlar, duygusallık, kişilik sorunları (meselâ hiçbir yerde ve işte dikiş tutturamayan, var oluşunu hissedebilmek için durup dururken ona buna saldıranlar) sebebiyle birileriyle durduk yerde bir şey yarıştırmaya kalkma gibi sebeplerden kaynaklanırmış.
Kendi düşüncelerimizi doğru ifade etmemizi, başkalarının düşüncelerini ise doğru anlamamızı sağlayan akıl yürütme, düşünme, ispat metoduna "mantık" diyoruz. Mantık düşüncenin doğruluğunu yargılar. Mantık hataları sonucu ortaya çıkan boş, temelsiz, asılsız düşüncelere ise safsata denir. Safsatalar, insanlar arasındaki iletişimsizliğin en önemli sebebidir.
Düşünürken veya konuşurken acele karar vermek, önyargılı davranmak, söyleyeceklerimizi yeterince tartmadan söylemek, yeterince bilgi sahibi olmadığımız konularda başkalarına bilgiçlik taslamak, ünlü kişilerin sözlerini kendi iddialarımızın doğruluğunu ispatlamak amacıyla kullanmak, fikrimizi kabul ettirmek için karşımızdakini baskı altına almak, statümüzü ileri sürmek...

Bu davranışlarımız, tartışmalarımızı yetersiz, tutarsız sonuçlara yani safsatalara götürür ve iletişim ortamını çekilmez hâle getirir.
Safsataların, biçimsel ya da serbest safsatalar olmak üzere iki tür olduğunu yazıyor kılavuz.
Biçimsel safsatalarda sorun, sonucun doğru veya yanlış olması değil, sonucun doğru kabullere dayanmamasıymış.

Biçimsel safsatalara bir örnek verilmiş: Bütün insanlar yeşildir, Ahmet bir insandır ve öyleyse Ahmet yeşildir gibi.
Serbest Safsatalar ise kelimelerin anlamı ile uğraşırlarmış. Mesela; “Çalış baban gibi eşek olma.” örneği. Konuşurken araya giren duraklamanın veya yazarken konan virgül ile anlamı değişiyor. “Çalış baban gibi, eşek olma.” ve “Çalış, baban gibi eşek olma.” gibi.
Mantık denilen şey değer yargısı değil, ideoloji değil, inanç hiç değildir. Bu yöntemi isteyen alır, isteyen almaz diyemeyiz çünkü çağdaş dünyada uluslararası kabul gören münazara yöntemi budur. Kurallara uymayana uyması gerektiğini hatırlatmak, matematikte yanlış yapılan bir hesabın yanlışlığının nerede olduğunu göstermek gibidir. Hesabı yanlış yapan, yanlış yaptığı kendisine söylendiğinde alınırsa, bir de üstelik hakarete uğradığını, aşağılandığını düşünürse vah hâlimize!

Bir üniversitenin mezunlar derneği varmış. Eski mezunlar gelip orada yemek yermiş. Bir gün üniversitenin rektörü de yemek yemeye gelmiş. Kapıdan girmiş ve vestiyerdeki yaşlı adama şapkasını ve paltosunu uzatmış. Yaşlı adam şapka ve şemsiyeyi almış ama hiçbir fiş, bilet, makbuz vermemiş. Rektör şaşırmış ama bir şey dememiş. Nasıl olsa çıkarken bana yanlış giysileri verir diye düşünmüş. O zaman da nasılsa buranın müdürü beni yolcu edeceği için onu ikaz ederim ve fiş sistemini başlatırlar diye düşünmüş.
Gerçekten de mezunlar derneğinin müdürü onun yanına gelmiş, beraber yemek yemişler. Yemekten sonra da müdür rektörü kapıya kadar çıkartmış, kapıda vestiyere gelmişler. Rektör yaşlı adamdan malzemelerini istemiş, yaşlı adam vestiyerin arkasına geçmiş ve doğru şapka ve doğru paltoyu getirerek rektöre vermiş. Tabii rektör fena halde bozulmuş. Çünkü doğru malzeme kendisine geri verilince itiraz senaryosu çalışmıyor, müdür ikaz edilemiyor. Duruma bozulan rektör gene de kurcalamaya çalışmış. “Bu şapka ve şemsiyenin benim olduğunu nereden biliyorsun?” diye sorarak hırçınlaşmış.

Yaşlı adam: “Bunların size ait olup olmadığını bilmiyorum efendim.” demiş.

“İşte şimdi yakaladım!” diye düşünen rektör derhal saldırmış: “O zaman bunları neden bana verdin?”

Yaşlı adam bir kere daha selamını saygı ile vererek yinelemiş: “Çünkü onları bana siz vermiştiniz.”
Diploma, apolet, unvan, uzmanlık falan filan hiçbiri önemli değil. Hayatta başarı için gerekli olan basit ve sağlam bir mantıktır.

 

 

 

 

AYNADAKİ YÜZÜ ALDATINCA

 

Meşhur hikâyedir iki öğrenci sınavı kaçırır, hocaya: ”Beraber arabayla geliyorduk, lastik patladı, sınava yetişemedik.” derler.

Hoca ikisini ayrı ayrı odalarda sınava alır, soru iki kelimedir:

“Hangi lastik?”
Sistemi aldatmadıkça sistem sana hak tanıyor, sistemle oynamaya başlarsan sistem de sana karşı tavır alıyor. Sistemin temelinde dürüstlük var. İnsanlar soru sorduklarında, niye soruyu cevaplayacak olana değil de, dolaylı yoldan ilgisi olmayan ve hatta karşı çıkana soruyorlar.

Sen lafını çarp, ses olsun, iftira olsun, niye böyle olduğunu anlayamıyorum. Doğru yerlerde insanın sadece bedenini değil, ruhunu da ciddiye alıyor öyle davranıyorlar.

Nasıl ilgisi olmayan kişiye soru soruyorsun? Neden doğruyu öğreneceğini bildiğin adrese sormuyorsun? Niçin?

Bir kişiye kızdığımız ya da bir olaya üzüldüğümüz zaman, burada kendi içimize dönüp aramamız gereken üç şey var bence. Affınıza sığınarak bu tür insanlara bir tavsiyem olacak.

Oluşan olay ya da tanıdığımız kişi hangi korkumuzun düğmesine basıyor? Bu olay veya kişi bize aynalık mı yapıyor?

Birinin bize aynalık yapması ne demektir?

Birinin bize aynalık yapması demek, bize kabul etmediğimiz ve kimse fark etmesin diye büyük bir gayretle kendimizden bile sakladığımız yönlerimizi göstermesi demektir.

Birine bir sıfat söylüyorsak, örneğin; kıskanç diyorsak, biz kendimizin de nerede, ne zaman ve nasıl kıskançlık yaptığımızı bulup bu huyumuzu ya değiştirmeliyiz ya da kıskançlık yapan kişileri de kendimiz gibi kabul etmeliyiz.

Kendimizi kanıtlama uğraşında istediğimizi elde ettiğimizde ve dünya bizi baş tacı yaptığında, aynaya gidip kendimize bir bakalım ve aynadaki o kişiye  kulak verelim.
Çünkü bizim hakkımızda hüküm vermesi gereken arkadaşımız, babamız, annemiz ya da eşimiz değil, yaşamımızda en  belirleyici olan aynadan bize bakan kişidir.
Çevremiz, bizim iyi bir arkadaş ve harika birisi olduğumuzu söyleyebilir, ama aynadaki kişi bize bir serseri olduğumuzu söyleyecektir, aynada kendi gözlerimizin içine bakamıyorsak.
Asıl memnun edilecek kişi odur çünkü bu yolculuğun sonuna kadar bizimle olan odur. Aynadaki adam dostumuzsa en tehlikeli ve zor sınavı başardık demektir.
Yaşam yolunda herkesi kandırabilir, ardından övgüler, tebrikler alabiliriz, ama aynadaki adamı kandırırsak, sonunda elde edeceğimiz hüsran olabilir.

Kendimiz için giriştiğimiz mücadelede istediğimizi elde ettiğimizde,

Ve dünya bizi bir gün ödüllendirdiğinde,

Gidip aynada kendimize bakalım.

Ve bu yüzün söylemek zorunda olduklarını görelim.

Çünkü annemiz, babamız ya da eşimiz değildir,

Bizim hakkımızda yargısı geçerli olan,

Bize hükmedebilecek tek kişidir.

Aynadan bize bakan,

Bizi pohpohlayanlar olabilir.

Ya da bir yıldız olduğumuzu söyleyenler.

Oysa aynadaki yüz,

Gözlerimizin içine tam bakamazsak

Sadece bir budala olduğumuzu söyler.

Memnun etmemiz gereken odur, gerisini boş verelim.

Sadece o bizimle sonsuza kadar gider.

Onunla dost olabilirsek,

En zorlu sınavı geçtik demektir.

Sırtımızı sıvazlayanlar olabilir,

Tüm dünyayı aldatsak da.

Payımıza düşen kalp ağrısı ve gözyaşı olur,

Aynadaki yüzü aldatınca.

 

 

 

 

İNSAF YAHU…

 

Gördüm, izledim ve yaşadım. Şile’de yaşayan topluma zararlı bazı kişileri düşündüm, düşündüm. Bu insanlar nasıl bu hallere düşebilir, bu nasıl bir hırstır diye. Hem savcı, hem yargıç ve hem de avukat durumunda olup, politikaya bulaşanlara duyrulur.

Şeyh Edebali’nin Osmanlı devletinin kurucusu ve damadı Osman Gazi’ye vasiyetinin bazı bölümleri aklıma geldi.

Der ki Şeyh Edebali:

"Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Sen ve arkadaşların kılıçla, bizim gibi dervişler de, düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlûp eder.

Milletin kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da, bu irfandır.

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma. Gördün, söyleme. Bildin, deme.

Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise nefsi tanıyanın kendisidir.

Kişi, kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca, lâflamaya başlar. Lâf, dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflâh etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir.

Kişinin gücü, günün birinde tükenir. Ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı. Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.

Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez. Geçmişi bilmeyen geleceğini de bilemez. Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.”

Ama benim kastım iktidarı elinde tutanlara değil. Tabiri caizse, atın çevresinde dolanan sineklere, yani dalkavukluğu iyi becerenlere. Bakın bazı düşünürler dalkavuklar için neler demişler.

Shakespeare: “İktidar dalkavukluktan hazzetmeye başladığı zaman, şeref daima ayaklar altında ezilmiştir.”

Delavigne: “Bizi tenkit ederek kurtaran dosttan, kaybımıza sebep olan dalkavuk çok zaman daha itibar görür.”

Casino de Gregrio: “Dalkavuklardan sakınınız. Çünkü onlar insanları boş kaşıkla besler.”

Ali Zeynel Abidin: “Bir kimse sende olmayan vasıflarla överse, sende olmayan kusurlarla da yerebilir.”

Montesquieu; “Bir ülkede dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün sağladığı çıkardan daha verimli olursa o ülke batar. Dalkavukluk, devlet adamlarının çevresini sarmış bir çemberdir.”

Profesör Üstün Dökmen, “Hayvan dergisi”nde yayımlanan röportajında, “Yere düşen ekmeğin üstüne basan insan görmedim, ama yere düşen insanı tekmeleyen çok kişi gördüm.” diyor.
Şöyle anlatıyor: Avrupa'da yaşayan vatandaşımız, orada yerlere çöp atmıyor ama Kapıkule'den girer girmez yerlere tükürmeye, çöp atmaya başlıyor. Niye burada böyle yapıyorsun diye sorulduğunda, herkes böyle yapıyor diyor. Kendi fikri olmayan insanın duruma göre hareket etmesidir bu.
Hocaya göre bir başka hatamız, adama göre davranmamız. Karşımızdaki adam iri yarıysa, “Buyur Abi” diyoruz, ufak tefekse, “Ne var, lan!” diyoruz. Oysaki insanların onuru birbirine eşittir.
Ve devam ediyor hoca, keyfimize göre davranıyoruz. Keyfimiz yerindeyse eve girerken “Merhaba millet” diyoruz, değilse surat asıyoruz. Oysa keyfimiz yerinde olsun olmasın insanlara saygılı davranmak zorunda değil miyiz?
Ekmek nimettir kabul, peki insan nimet değil mi?

İşaretler vardır çok sevdiğim ama kaynağını bilemiyorum, af ola,

İnsanoğlu bir gün virgülü kaybetti: Söyledikleri birbirine karıştı.

Noktayı kaybetti: Düşünceleri uzayıp gitti, ayıramadı onları.

Ünlem işaretini kaybetti bir gün de: Sevincini, öfkesini, bütün duygularını yitirdi.

Soru işaretini kaybetti bir başka gün: Soru sormayı unuttu, her şeyi olduğu gibi kabul eder oldu.

İki noktayı kaybetti bir başka gün: Hiçbir açıklama yapamadı.

Hayatının sonuna geldiğinde elinde sadece tırnak işareti kalmıştı.

“İçinde de başkalarının düşünceleri vardı yalnızca.”

Bende tırnak işaretlerini kullanıyorum, yazımda da kullandım. Ama virgülü, noktayı, ünlem, soru ve iki nokta işaretlerini öğrenmeye çalışıyorum.

Bildiğimizi zannetmemiz öğrenmemizin en büyük düşmanıdır. Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan yanlışı yapan kadar suçludur.

 

 

 

 

ÇARPITTIK


Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neymiş biliyor musunuz? Kendi idam sahnesi.

Çar’ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuş. Ha bu arada genelde gelişmemiş toplumlarda, yöneticiler ve onların parazitleri sohbet edenleri sevmezler ve onaylamazlar ya.

Her yerde ve her zaman aynı.

Yakalanmış. 28 yaşında idam isteğiyle yargılanmış. Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alınmış. Ölüm kararı yüzüne karşı okunmuş, günah çıkarttırılmış, gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirilmiş. “Ateş” emrini beklerken gerçek karar bildirilmiş kendisine.

Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar lütfetmiş, bunu 4 yıla indirmiş ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmış. Böylece ölümle tanışmış; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, “yaşam”mış.

Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmiş ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey varmış: Yaşama sevinci.

Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir: “Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar.”

“Dünyaya ilk bakışımda doğruluğuna çok güvendiğim şeylere, ikinci defa dikkatle bakmanın gereğini anlayacak kadar çok yaşadım.” der adını hatırlayamadığım bir filozof.

Suçu toplum hazırlar, suçlu işler. Suçlunun beraat ettiği yerde yargıç hüküm giyer.
Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, o da güya,  hikmeti değil. Hâlbuki bilgi mazidir, hikmet ise istikbal.

Hepimiz dünyayı yanlış okuruz ve anlarız da, sonra dünya bizi aldatıyor deriz. Bizler aynen meyvenin kabuğunda dolaşan böcekler gibiyiz. Meyvenin tadını nereden bilelim. Sormayız ki bilelim, bilmeyiz ki soralım.

Biz insanlar maalesef her şeyi hesaplıyoruz ve kendimizin bile tahmin edemeyeceğimiz kadar çıkarcıyız. Sadece parayı kastetmiyorum. Tamam, her şeyin içinde o da var.

Sanki içimizde, tabii kendi ölçülerimize göre ya da kişiliğimizin ölçülerine göre, bin bir bölüme ayırdığımız görünmez bir ölçü var da, o ölçülerimiz olmadan da tek adım atamıyoruz. Ölçüp, biçip, hesaplayıp eyleme geçiyoruz. İnsanları ve eşyaları paramparça ederiz, onları yönlendirmeye çalışırız, hatta onlar cellâtlarının kim olduğunu anlamadan onları idama bile götürüp idam ederiz. Aslında beyefendi dediklerimiz, genelde şeklen, itibar sahipleri, sorumluluk taşımayan egemenlerdendir. Hepimiz birbirimize farkında dahi olmadan, kötülükler ederiz. Ve bu kişiler hiçbir zaman bizim kurbanımız olduğunu, ona neden şu ya da bu şekilde davrandığımızı öğrenemeyecektir. Onlar kötülükler gerçekleşene kadar, bizim içimizde ne alçaklıklar döndürdüğümüzü nereden bilsinler. Dışarıdan her şey dingin, insancıl, medeni gibi görünür ama bu arada olan olmuştur. İnce hesaplarla çözümler üretir, tartar ve ona göre eyleme geçeriz. Birkaç saniyelik bir süre içinde aynı kişi ya da aynı şey için bazen lehine bazen de aleyhine olan sonsuz miktarda, binlerce çeşit, binlerce farklı karar alırız. Yanlış, iğrenç, gülünç, insanlık dışı kararlar. Bazen vicdanımız bu kötü, hin düşüncelerimizi engellemeye çalışır.

Düşüncelerimizin ne kadar tüyler ürpertici, ne kadar pis ve adi olduğunu görürüz. “Şu adam ölse de ev bize kalsa.” der ama bu düşüncemizi tekrar gözden geçiririz. “ Evet, ama ölürse emekli maaşını kaybederiz.” deyip hemen başka bir karar alırız. “Ölmesin.” deriz. Sonra bu düşüncemizden korkarız ama artık çok geçtir, o düşünce ete kemiğe bürünmüştür, geri alınamaz.

Tabii düşüncemizin açığa çıkmaması, kişisel arşivimizde, gizli bölmelerimizde, dokunulmazlar arasında kalması, bizi kurtarır, biraz da rahatlatır.

Sonsuza dek doğallığı, özgünlüğü yok ettik. Samimiyet kalmadı. İnce hesaplar her şeyi rezil etti. Belki de bunun nedeni bu çirkinlikleri toplumun hazırlaması...

Kendini koruma içgüdüsü bizi önlem almaya zorlar tabii.

Ama Allah aşkına, bizler o içgüdünün saflığını bozduk, çarpıttık, aldattık.

 

 

 

 

ACABA KÖRLEŞİYOR MUYUZ?

 

Yaşamak ve kaliteli yaşamak arasındaki farkı hiç unutmamamız lazım. Birçok şeyi araç bilirken, yaşamın amaçlarını kaçırmayalım…

Yaşam ‘sen’ ve ‘ben’ ayrımını aştıktan sonra başlar.

Bizi biz yapan unsurlar... Onları kendimizden sakın ayırmayalım. Kendine vereceğimiz görevlerdir bizi özgür kılan. Kendimize görev vermezsek hep başkalarının verdiği ödevlerle yaşarız!

Doğan Cüceloğlu’nun, İçimizdeki Biz, kitabında çok sevdiğim bir hikâyecik var!

Ben bu hikâyeyi sizlerle paylaşırken, düşünelim biraz, hikâyedeki körler ülkesini okuyunca, benim aklıma bir yerler geliyor da…
Dere tepe, dağ taş dolaşmayı çok seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gider, gider gider yürürmüş.

Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş. Alacalı bulacalı garip bir köy.
Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün. Köyün içine girince anlamış meseleyi.

Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri. Gezgin tek gözlü adam karar vermiş burada yaşamaya. “Hiç değilse benim tek gözüm var.” diyormuş. “Körler ülkesinde şaşılar kral olur derler. Ben de bunların arasında rahat yaşarım.”
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.

Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri ötekilerden birinin malını çalmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu.
Bağırarak ilan etmiş, “Filanca falancanın malını çaldı.”
Körler, “Nereden biliyorsun ki demişler, o kadar uzaktan duyamazsın ki?”
”Ben duymadım, gördüm.” demiş adam. “Gözüm var benim, görüyorum.”
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış.

Uzun zaman içinde çoktan unutmuşlar bu hissi. ”Ne demek görmek.” demişler. “Nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlayabiliyor musun ne olup bittiğini?”
”Anlıyorum tabi.” demiş adam.
”İnanmayız, imtihan edeceğiz seni.” demişler.
Adamı almış uzakta bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle eminlermiş ki o uzaklıktan hiçbir şey duyulamaz. Anlat bakalım demişler, biz şimdi ne yapıyoruz?
Adam anlatmış; “Oturuyorsunuz, kalkıyorsunuz, koşuyorsunuz, yemek yiyorsunuz, şu şunu yaptı, bu bunu yaptı.” falan...
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar. “Hadi anlatsana...”

“İçeri girdiniz, göremiyorum ki.” demiş adam.
”Ne olmuş yani içeri girdiysek, elli santim fark var, anlat hadi anlat.” demişler.
”Arada duvar var ama.” demiş adam, “Göremiyorum.”
Körler, “Sen atıyorsun.” demişler. “Deminki tesadüftü, bak şimdi bilemiyorsun.”
”Çıkın dışarı söyleyeyim.” demiş adam.
”Bu kadar mesafeden duyduktan sonra ha içerisi ha dışarısı.” demiş körler.
"Ama ben duymuyorum, ben görüyorum." diyormuş adam.
”Öyle şey olmaz.” demişler. “Sende bir sorun var.”
”Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni.”
Adamı yaka paça hekime getirmişler.

Hekim de kör tabi.
Elleriyle yoklamaya başlamış.
Adamın açık olan gözünü kastederek, “Buldum.” demiş, sorun burada.
”Saçmalaması bundan dolayı.” diyormuş, “Şimdi düzeltirim ben onu.”
Körler ülkesinde yaşamak isteyen gezgin zor kurtarmış kendini onların elinden.

Sözün Özü:
Bakmakla görmek arasında bile fark varken, körler görenleri tabidir ki anlayamazlar.
Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.

 

 

 

 

YOZLAŞMA

 

Yozlaşmanın kelime anlamı, bir şeyin gerçek özelliklerinden uzaklaştırılması ya da uzaklaşması şeklindedir. Kötü anlamda kullanılır, iyi şeyleri sonradan yitirmek anlamına gelen bir kelimedir. Herhangi bir şey, aslına bağlı kalmadığında, aslından uzaklaştığında, özündeki iyi şeyleri kaybettiğinde yozlaşmış olur.
Bunun yanında yozlaşma, kamu kaynaklarının özel çıkarlara yönelik olarak kullanımı ve suistimali, toplumun ahlaki değerlerinden sapması şeklinde de tanımlanmış.
Yani, kültürel yozlaşma, politik yozlaşma, yönetimde yozlaşma (adam kayırmacılık, siyasal kayırmacılık, hizmet kayırmacılığı gibi) ve bilimsel yozlaşma gibi türleri var.

Russel Gough, Karakteriniz Kaderinizdir adlı kitabında diyor ki:

“Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır.”

Karakter gelişmemişse, tahsil işe yaramıyor. Banka hortumlayanları, devleti soyanları, rüşvet alanları, vatanı çıkar uğruna satanları, şike yapanları, teşvik verenleri unutmayalım. Birilerini hakir görüp aşağılamakla yükseleceklerini zannedenler, cahillerin dışında, güya tahsillilerdir.

O yüzden düşünür demiş ki: “Bir insanı ahlaken eğitmeden, sadece zihnen eğitmek, topluma bir bela kazandırmaktır.”

Bu hafta gazetede köşe yazarlarımıza gelen yorumları inceledim, okudum. O kadar belirgin ki, tarafları. Sanki takım tutar gibi. Unutuluyor ki, hiçbir şey, hiç kimse kusursuz olamaz. Ve her ne yaparsa yapsın, çok yönlü bakıldığında, tamamen haklı olamaz.

İçimizde ve dışımızda, zıtların karşılıklı olarak tezahürünü görüyoruz hep. Sıcak-soğukla, gece-gündüzle, erkek-dişiyle, hüzün-sevinçle, tevazu-kibirle var. Var olmak zıttı ile bir arada olmayı gerekli kılar. Hayatın dengesi böyledir adeta. Gerçek iç huzur, bunu kabullenmekle başlıyor.

Ülke genelinde, herhangi bir konudaki tartışmaların, her yeri karıştırması belki de bu resmin bütününün gözden kaçırılması nedeniyledir. (Tartışmacıların, art niyetsiz ve objektif olduğu varsayımıyla)

Aidiyet, ortak çıkarlar, ortak gelecek, ortak irade, aynı kaygı ve beklentilerde buluşup koruma ve kollama içgüdüsü çok önemli. Birileri, bir sebepten, aidiyetini başka bir topluma veya etnik kimliğe bağlıyorsa, oyuna ne kadar itimat edilmeli?

Şüphesiz ekonomik bağımsızlık, gelir dağılımındaki farklara rağmen, herkesin kabul edilebilir asgari refah düzeyini tutturmasıyla olur. Bacası tüten her hanenin, iyi - kötü bir geliri olmalı. Ancak, bir kaç paket bakliyata, bir çuval kömüre muhtaçlarsa... Ekonomik bağımsızlık sorgulanır. Herkes bilir ki; Ekonomik bağımsızlık, üretim ve tüketim dengesinin korunmasına bağlıdır… Ürettiğiniz kadar tüketirseniz sorun çıkmaz. Günümüzde para eden mal ve hizmet tarifi çok nettir.

Toplumsal yozlaşmanın nedeni teknolojinin, sanatın gerisinden gelmesidir. Eski Mısır da, Roma da, Endülüs dönemi İslam devletinde, Rönesans dönemi Avrupa da, yükselme dönemi Osmanlı da teknoloji hep sanatın ardından gelmiştir. Günümüzde ise insanlar etik duygulardan, sanatsal kaygılardan, toplum meselelerinden bihaberler. Bunun sonucunda yüksek teknolojinle bir cep telefonu icat edersin, ama insanlara onu nasıl kullanacağını öğretemezsin ve bu insanlar gizli numaradan çağrı da atarlar. O telefonun kamerasıyla milletin müstehcen bölgelerinin fotoğrafını da çekerler. Televizyonun yozlaşmaya yol vermesi zaten çok klişe bir söz. Ama son zamanlarda her şey haddini aşmış durumda. Yıllar önce vefat etmiş, tüm dünyanın kabul ettiği, isminin başına halkın teveccühü ile kral eklediği bir sanatçımızın arkasından (cevap hakkı zaten yok ki) bir sürü yaşı geçkin hanım magazinde aşk hikâyeleri anlatıyorlar, bu saçma sapan uydurma hikâyelerde bazı medya organlarında kendilerine yer buluyorlar her nasılsa.  Magazin programlarına ve diğer abuk sabuk programlara belli bir zaman öncesine kadar izleyici kitlesi içinde bir direnç mevcuttu. O direnç artık kırıldı. Magazinimsi yayınlar artık kanıksanmış durumda. Tek tesellim, televizyonun yarattığı her şeyin doğuştan ölü olması. Doğası gereği kısa ömürlü. Sivrisinek gibi ömrü kısa, ama etkisi kuvvetli.

Ülkelerin kültür politikalarını oluşturamaması, kültürel yozlaşmanın kendini daha çok hissettirmesine neden olmakta. Yozlaşma, kültür emperyalizminin, gizli ya da açık olarak izlediği zora dayalı politikaları ile gerçekleştirilmeye çalışılmakta. İlişkiler insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan bir araç olarak tanımlanabilir, ama günümüzdeki ilişkileri hepimizin sorgulaması gerekiyor. İçimizde ve dışımızda, zıtların karşılıklı olarak tezahürünü görüyoruz hep.

Bazen unvanlar insanlara önem kazandırır, bazen de insanlar unvanlara değer katar.

Unvan her şey değildir. Etiketi kazıyıp altındaki insanı görmeye çalışmalıyız.

Sonuç olarak, “Melek de biziz, şeytan da biziz. Yüzümüz neye dönerse bilelim ki o oluruz!”

 

                             

 

 

HER ŞEYİ YARIM YAPABİLEN...


Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar  vermişler. Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim  kurulunu oluşturmuş.

Tavşan, müfredatta “koşmanın” bulunmasını istemiş. Kuş, ‘uçmanın’ dâhil olmasını, balık ’yüzmenin’ dâhil olmasını ve sincap, ağaca ‘tırmanmanın’ mutlaka zorunlu dersler arasında olması  gerektiğini söylemiş. Bütün bunları bir araya getirip bir müfredat  programı  yapmışlar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istemişler.

Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorunmuş. Sürekli kafa üstü düşüyormuş. Bir süre sonra beyni hasar görmüş ve eskisi gibi koşamamış. Artık koşuda A almak yerine, C alıyormuş. Ve tabii, ağaç tırmanmada  ise zaten zayıf alıyormuş.

Kuş, uçmada çok başarılıymış, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değilmiş. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyormuş. Bir süre sonra toprak  kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C' ye düşmüş. O' da ağaca  tırmanmada çok zorlanıyormuş.

Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekâlı yılan balığı olmuş.

Ancak eğitimciler çok mutluymuş, çünkü herkes, bütün öğrenciler bütün dersleri görüyormuş.

Bizde de böyle değil mi? Öğrencilikte, öğretmenlikte, yöneticilikte, velhasıl her şey de.

Yahu geç kenara da otur. Her şeyi yarım yaptığını fark etmiyor musun?

Peyami Sefa ne güzel söylemiş: “Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.”

Bu bana belli bir yaşa gelmenin rahatlığı ile her şeyi tam yapacağını sanan ama yarım yapanları hatırlatıyor.

Bazı günler olur, dünyanın en önemlisi zannedersin kendimizi.
Bazı günler olur, benliğimiz, bencilliğimiz çiçek açar.
Bazı günler olur, varsayarız en büyük bizi. Biz olmasak dünya dönmez ve bizden kalan boşluğu kimseler dolduramaz.
Tavsiye herhalde ruhumuzu mütevazı kılmak olmalı.
Bir kova alalım ve içine su dolduralım.
Elimizi daldıralım kovaya bileğimize kadar ve çekip çıkaralım oradan. Elimizi çekince, geride kalan boşluğa bakalım. Kalan boşluk, ne kadar özlendiğimizin, ne kadar arandığımızın ölçeğidir hiç olmazsa kendimizi kandırmayız.
Elimizi suya tekrar daldırırken, elimizi çalkalayalım. Gönlümüzce su sıçratalım etrafa.
Ama duralım, bekleyelim biraz, bir kaç saniyede görürüz. Sıçrattığımız aynı suyun bizden önceki hali neyse yine o hale döndüğünü.
Zarif bir örneği paylaştım sizlerle. O kıssanın hissesi basittir.

Ne yapabileceksek, Yapabileceğimizin en iyisini yapalım! Yaptığımızla gurur duyalım!
Ama sakın unutmayalım!
Tek değiliz ölümlü dünyada, biz gidersek yerimize gelecekler elbette bulunur…

Şair Eşreften, tavrını değiştiren, kendini bilmeyen kişilere bir seslenişi hatırlatayım;

“Kişi, kâmil oldu mu üstat mertebesinde,

 Ona madde üstünde bir değer vereceksin…

 Baktın ki, hali tavrı değişti meclise gelişte,

 Çüüşşş… deyip, sırtına bir semer vereceksin…”

Heyhat! Bugün toplumumuzda, hak edilen yere gelmek, hak edenin yükselmesi, üreten, soran, sorgulayan insan olmaktan değil mevcut şartlara ve çevreye uygun, talep edilen kişilik yapısına sahip olmaktan geçiyor.

İçinde yaşadığımız dünya atalarımızın bize bıraktığı mirastır. Bizim seçimlerimiz ise bizden sonrakilerin, çocuklarımızın devralacağı mirası belirleyecek. Yaşamlarımızın yarattığı etkiden sorumluyuz. Kendi yaşam kalitemizi yükseltirsek, gelecek neslinkini de yükseltmiş oluruz.

Dilerim öyle olur.

 

 

 

 

DEDİ-KODU

Bilge, karşısında duran iki adamı ilgiyle süzerek “Aranızdaki sorun nedir?” diye sormuş. Adamlardan biri diğerine işaret ederek, ”O, yaptığı dedikodularla sadece benim şan ve şöhretimi mahvetmekle kalmadı, bu ilçedeki pek çok insanın da canını yaktı!” demiş.
Öteki hemen atılmış “Üzgünüm... Böyle olsun istememiştim. Tüm söylediklerimi geri alıyorum.”
“Yaa... Özrün ile gerçekten her şeyi düzelteceğini mi sanıyorsun?” diye söze katılmış bilge “Yarın ilçe meydanına bir kuş tüyü yastığı al ve gel.”
“Nasıl yani?...”
“Dediğimi yaparsan anlayacaksın.” demiş bilge.
Ertesi gün ilçe meydanında (diyelim ki Terminal meydanında) buluşmuşlar. Bilge, adamın eline bir makas vermiş ve yastığı kesip içindeki tüyleri boşaltmasını istemiş.

Yastıktan boşalan tüyler rüzgârla birlikte etrafa savrulunca “Şimdi” demiş bilge, “Boşalan tüylerin hepsini toplayıp bana getir.”
Adam şaşkınlıkla “Ama bu mümkün değil!” diye cevap vermiş. “Baksanıza, duvarların ardındaki bahçelere kadar savruldular. Öyle geniş bir alana yayıldılar ki bunların hepsini toplamak imkânsız...”
“Tıpkı başkalarının hakkında sarf ettiğin sözler gibi” demiş bilge “Yaptığın dedikoduların nerelere, ne kadar uzak mesafelere kadar gittiğini ve nelere sebep olduğunu bilebilir misin, söylesene?...”
Atalarımızı örnek alarak öğrendiğimiz ve sohbetlerimizin üçte ikisini kapsayan dedikodu yapma alışkanlığımızın çok önemli fonksiyonları varmış. Dr. Kapferer'in ifadesiyle, bir toplumun arzularını, korkularını ve takıntılarını ortaya çıkaran dedikodu, genelde toplumun, kendi kişiliğimizde mensubu olduğumuz iş ve sosyal çevrelerin kurallarını anlamamıza ve aktarmamıza, dolayısıyla da hangi hareketlerimizin kabul görüp hangilerinin eleştiriyle karşılanacağını öğrenmemize yarıyormuş. Bulunduğumuz konumu belirleyip aidiyet duygumuzu arttırıyormuş. Ve duygu ve saplantılarımızı, birilerinin arkasından da olsa, ifade etmemizi kolaylaştırdığı için psikolojik bir rahatlama sağlıyormuş.
Ancak dedikodunun kalpleri kırıp, ilişkilerimizi zedelediğini, insanların şerefiyle oynayıp isimlerini lekelediğini, hatta toplumları bile ileri gitmekten alıkoyabildiğini hepimiz biliyoruz. Biliyoruz ki çok konuşan boş konuşur, bu nedenle de çok konuşan yerine çok yapan makbuldür, zaten “ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”

Öyleyse, çizgiyi nerede çekmeliyiz? İnsan doğasının bir parçası olduğu bilimsel araştırmalarla ispatlanan bu realiteyi hangi ölçülere göre düzenlemeliyiz?
“Genellikle dedikodu yapmak başkalarını suçlamak, bazen de onları taklit etmek içindir.” diyor Krishnamurti.

Bu, heyecan aramak veya kendini ispatlamak için kendi dışına çıkmayı isteyen çok, ama çok yüzeysel basit bir zihni gösterir...

Gelecek sefere dedikodu yapmaya kalkıştığımızda kendimizi yakalayalım. Eğer söylediklerimizin farkında olursak hakkımızda pek çok şey keşfederiz. Başkalarına duyduğumuz merak duygusunu bahane ederek bu hareketimizi örtbas etmeye çalışmayalım.

Yazar Elif Şafak çok güzel yazmış;

Görünenle yetinirsen eğer, sadece tırtılı bilirsin.
Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez.
Görünenin ötesine geçmek istersen eğer aradan örtüyü kaldırıp ta gönül gözü ile bakarsan kelebeği bulursun karşında.
Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar.
Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil, tırtıla sevdalanırsın...

Yeter ki kendimizle barışık olalım. Yeter ki aynalara her ne olursa olsun gülümseyebilelim. Varsın derinlere inemeyen sığ insanlar bize deli desin.

Çok akıllı olup bunalmaktansa, deli olup hayatı şakayla karışık yaşayarak yol alalım. İyilikler kadar sıkıntılar, zorluklar, kayıplar da insanlar için. Yeter ki zor zamanları kendimize ve çevremize küsmeden geçirelim.

Olabildiğince mutlu ve pozitif olalım.

 

 

 

ANLADIM

 

Bu hafta Şile Gündem gazetesindeki yazıma, okurlarımın katkıları için teşekkürle başlamak istiyorum. Bir okurum yazılarımda iğneler olduğunu ve bir dönem belediyede danışman olarak görev yapmış olduğumu bildiğini belirtmiş. Evet doğrudur. Başkanımıza söz verdiğim bir yıl danışmanlık yaptım, doğrularımı yetkili, yetkisiz herkesle paylaştım ve paylaşmaya devam edeceğim. Şile’ye hizmet ettim ve kendi isteğimle bir yılın sonunda ayrıldım.

Sayın okurlarım, ben hiçbir zaman fikirlerimi her yerde ve her zaman açıklamaktan çekinmedim. Ama ben politikacı değilim. Hiçbir siyasi görüşün temsilcisi de olmadım. Ben kendimi Şile gönüllüsü olarak adlandırıyorum, becerebilirsem.

Aklıma beş maymun hikâyesi geldi. Sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Kafese beş maymun koyarlar. Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar... 

Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır...

Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar, diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler... Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir... Ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer...

Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve en istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur...
Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır...”

Neden mi?  Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir...

İşte bu nokta şartlanmanın ve negatif öğrenmenin başladığı yerdir.
Şimdi anladım, okuyup ta anlamadığımı, bakıp ta görmediğimi...
Hz. İsa'nın ölürken bile kendini öldürenler için af dilemesini... “Onlar bilmiyorlar”... “Onları affet” ve nice sözleri...
Hz. Muhammed'in (s.a.v) “Bir Müslüman kendisi için istediğinin aynısını kardeşi içinde istemediği sürece gerçek Müslüman olmamıştır.” sözünü...
Ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) en büyük dileğini ve büyük bir cesaretle, “Ümmetimden bir kişi bile dışarıda kalırsa Cennet'ine girmem.” sözünü...
Allah'ın güzel isimlerinden ve en büyük hediyesinin ‘Sevgi’ olduğunu...

Son dönemde dünyanın neden bizi en çok sevgiden uzaklaştırdığını ve neyi arayıp bulmamız gerektiğini...
Paylaşmanın kendini azaltmak olmadığını, diğer çalışanların öcü olmadığını,
Yüz yüze konuşmanın arkasından konuşmaktan daha etkili olduğunu,
Yönetici olmanın emir vermek olmadığını, saygının el pençe divan durmak demek olmadığını,
Yöneticiye, duymak istediğini söylemenin iyilik olmadığını, iletişim kurmanın sadece konuşmak olmadığını,
Bir Hadis’i Şerifte okuduğum “Teşekkür etmesini bilmeyenlerin, şükretmeyi de bilmediklerini.”
“Özür dilerim” denmenin yasak olmadığını, yaşamda sevinçler kadar hüzünlerin de olduğunu,
Mutluluk maskelerinin satılmadığını anladım.

 

 

 

 

KİMDEN DOST OLMAZ

 

Dostluk hakkında çok şey yazılmıştır. En sevdiklerimden birkaç tanesini yazayım.

Dost, karşısına silâhsız ve kalkansız çıkabildiğiniz insandır.

Dost, kötü günde de arayan adamdır.

Dost, açıklarınızı bilmesine rağmen, arkanızı dönebildiğiniz adamdır.

Dost, zamanın ve yaşanmışlıkların süzgecinden geçip, sadakatini ispatlamış insandır.

Aklıma rahmetli Âşık Veysel’in mısraları geliveriyor:

Dost dost diye nicesine sarıldım,

Beyhude yalvardım hey yar.

Boşa yoruldum,

Benim sadık dostum.

Kara topraktır

Kara toprak…

Ne bilge, ne gönül adamıydı. Radyoda genç bir muhabir kendisine “Senin şiirlerinde ozanca bir şekilde, akarsulardan nasıl elektrik elde edileceği bile var, ne diyorsun?” diye küstahça sorduğunda: “Benim içime öyle geliyor, söyleyiveriyorum, gerçeğini sizin gibi ilim irfan ehli bilir ancak.” diyebilecek kadar alçakgönüllü ve kâmildi...

Kültürümüzü, manevi değerlerimizi ve insanlığımızı son kırk senede nasıl da son sürat yitirdik. Artık eski dostluklar da kalmadı. Artık sevgiliye ‘siz’ diyenler, aşkını ifade edebilmek için beste yapanlar yok. Böyleleri ile alay ediliyor. Ahmak ve salak yerine konup, dalga geçiliyor… Kullandığınız markayla, gittiğiniz mekânlarla, satın alma gücünüzle ölçülüyorsunuz.

Haydi, kimlerden dost olur sualini, cevaplamaya çalışalım;

Mizah kullanabilen ve bunu alaycılıkla karıştırmamayı başaran,

Yeni durumlara ve fikirlere peşin hükümsüz yaklaşabilen ve tahammüllü olan,

Hiçbir fikrin veya inancın mutaassıbı yobazı olmayan ama kendi net tercihleri, inançları da bulunan,

İçi kin, nefret ve öfke gibi yıkıcı duygularla dolu olmayan,

Karşılık beklemeksizin iyi davranabilen,

Kimseleri göklere çıkarmadığı gibi, kolay kolay da yerin dibine batırmayan,

Sözüne güvenilir, ipiyle kuyuya inilebilir olan,

Arkadaşının karısına, kızına veya kocasına, sevgilisine yan gözle dahi bakmayan,

Tutamayacağı sözü vermeyen, verdiği sözü de tutan,

Merhametli olan, ama aşırı derecede de verici olmayan, iyilik yaparken bunu karşısındakinin gözüne sokmayan ve karşılığını beklemeyen,

Sanat, edebiyat ve benzeri şeylerle kendini aşmaya gayret eden,

Hâl ve hareketlerinde ölçüyü aşırı bozmayan, yani güvenilir olan,

Zevki olan ama şatafattan hoşlanmayan,

Her şeyi yerine zamanına ve yöntemine göre yapan,

İçince sarhoş olsa bile dağıtmayan ve terbiyesizleşmeyen insanlardan dost çıkar.

Bunları bulmak pek zordur, buldunuz mu da asla bırakmamak, onlara lâyık olmak gerekir.

Şimdi kimden dost veya arkadaş olmaz sualini de cevaplayalım:

Kadir bilmez olan, yapılan iyiliği cezasız bırakmayan,

Fırtınalı ilişkileri olan (karısına veya sevgilisine kötü davranan, döven, kocasına benzer şeyleri yapan),

Sözünün eri olmayan, yalan söyleyen; kendi menfaat ve ihtiyaçları için sizi kullanıp, işine yaramaz hâle geldiğinizde üzerinize sifonu çekiveren ve bir de suçlayan,

Tahammülsüz, münakaşa kaldıramayan; emanete ihanet eden,

Kendi vatanına, milletine ve çevresine karşı anlamsız kin ve nefret hisleri duyan,

Yapmak için değil yıkmak için eleştiren,

Gereksiz kabadayılık “Ben neymişim be ağabey!” çıkışları yapan,

Başta maddiyat olmak üzere, sizi sömüren ve buna izin vermediğinizde ortadan kaybolan insanlardan ancak ahbap çıkar, dost olunmaz.

Biz biz olalım, dostlarımızın kıymetini bilelim ve hatalı, yanlış kişilere beyhude duygusal yatırım yapmayalım.

Yapmayalım ki, sonra üzülmeyelim.

 

 

 

 

KUŞKU ve SIR

 

Robert M. Pirsig, Zen ve motosiklet bakım sanatı kitabında,

“Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız.
Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz.
Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir.
İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar, ya da başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa, bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların KUŞKULU olmasıdır.”

Çok eski zamanlarda, niyetinde içten olmayı isteyen kişi önce bilgiye gereksinim duyarmış. Çünkü, bilgi evrendeki her şeyden kaynaklanmakta.
Bence kendini fark etmek dünya barışına yönelik ilk adım.

Kendilerini iyi tanımaya çalışanlar daha iyi anlatabiliyorlar kendilerini. Kendi seyir defterlerini tutanlar, kendilerini okumak şansına sahip oluyor. Dünü bugüne ekleyerek soluklu bir yarın yaşamanın, hayatın tadını çıkarmanın sırrı, arada bir durup yaşamdan süzdüklerini sözlü veya özellikle yazılı olarak başkalarına anlatmada gizlidir, diyor filozoflar.
Okumak dediğimiz iş, başkalarının seyir defterlerini karıştırmakmış...
Kendimize rastlar mıyız, diye dolaşır dururmuşuz kitapların sayfaları arasında. Yazanların yaşamdan neler süzdüğünü merak edermişiz...
Ancak neleri süzdüklerine bakarken, damıttıklarına, çıkardıkları sonuçlara nasıl vardıklarına takarız
kafayı...
Neden, niye, nerede, niçin böyle böyle demiş?

Nereden varmış bu kanıya?
Ben de onunla aynı fikirde miyim?
Usta bu cevheri niye yumurtlamış acaba?
Ben olsam ne derdim?
Evirir çeviririz başkalarının düşüncelerini kafamızın içinde...
Oysa kendimizi tanımak, kendimizi okumakla, bulduklarımızı yazmakla olurmuş asıl...
Dünya üzerinde, doğa koşulları, sosyal koşullar ve kendimizden kaynaklanan değerler içinde zor ve zahmetli bir yürüyüşle yaşamaktayız. Çoğu öğreti, sıkıntılarımızın kaynağı konusunda, bilgisizliğimizi ve gelişmemiş olmamızı, eğitim eksikliğimizi neden olarak gösteriyor.
Çağlar boyunca, bilgi denilen, yaşamı kolaylaştırıcı anlama ve anlamayı kolaylaştıracak zekâ küçümsenmek istenmiş. Bunu yapmak isteyenler de bilginin ve bilmenin gücünün farkına varan ve başkalarının kullanmasını istemeyenler belki de.

Bunun masum nedenleri de olabilir. Her bilgi pat diye söylenmez. Öyle ki muhatap olanı çökertecek olanlar da var. İlkokulda okuyan bir öğrenciye quantum fiziğini anlatamazsınız. Ancak semboller, yazılar ve insanın bizzat yaşantısı ile ortaya koyduğu hayatlar ile ve bilimin de gelişmesinin katkısıyla günümüzde bilgi patlaması yaşanmakta. Sinema filmleri, televizyon, kitaplar, her tür iletişim. Tüm bu gidişat bizlerin doğasını da etkilemekte.
Daha düne kadar evinde ekmek yapan Anadolu kadını, şimdi televizyonda çıkıp kendini ifade ediyor ve erkeğine baş kaldırışını ve insanlık onurunu sergiliyor. Bunları yok sayamayız.
Evrende sır yoktur. Her şey apaçık ortada ve olmaktadır zaten. Bir sır aranmak ve bulunmak istenirse eğer insan bu sırrı kendisinde aramalı.
Kişi kendisinde bulduğu ile evrendekinin uyumunu fark ettiğinde perdeleri kalkarmış. Perdeler kalkınca ne mi olurmuş? Bize hiçbir şey gizli kalmazmış. Sırrımız olmazmış artık. Açıklamak, gizlemek böyle bir derdimiz olamazmış. Biz koca bir evreni mi gizleyeceğiz? İşleyişi mi saklayacağız? Biz bir evren taşımakta iken ve bizi taşımakta iken evren, haberimiz yok, alakamız yok mu diyeceğiz?
Sır kendimizde. Sır insanda ve insanla aynı doku imiş evren. Kendimizi çözdük mü evreni de çözermişiz.

 

 

 

AFFETMEK

 

Her insan, içinde var olan kendi ile dışındaki karanlığı aydınlatma gücünde. Bir insan ancak ne ise, o olabilir.

Olmadığımız şeyi ise ancak taklit eder ya da öyle görünmeye çalışırız. Bu aşamada “Yok ben değişeceğim, değişiyorum.” diye kullanılan sözler lafta kalacaktır. Gerçekleri değiştiremeyiz ancak üzerlerini örtebiliriz. Ancak o örtüyü kaldırma cesaretini kendimizde bulduğumuzda karşımıza çıkacak olan bizim özümüzdür...
İnsan, yaşamı süresince, gerek kendisine ve gerekse çevresine zaman zaman hınç duyar. Ancak hınç, bizlerin bolluk ve güçlülük dönemimizde başka; yokluk ve güçsüzlük dönemimizde başka görüntüler tezahür ettirir. Genelde hınç zaaftan doğar ve sonuçta yine doğduğu zayıfı boğar. Hiçbir şey, insanı, hınç duyguları kadar çabuk tüketemez. Nasıl ki bir hasta için yasak olan, onun için zararlı ve kötü olan şeyler ise; hınç da, kötülüklere, hastalıklara ve alınganlıklara gebedir. Hınç ve intikam duyguları nasıl zayıflığın bir yansıması oluyorsa; tam aksine, saldırganlık da sözde güçlülüğün bir küçüklüğü, bir kaba yansımasıdır.

Saldırganlık, bireyin kendisi ile barışık olmayışının bir dışa yansıması imiş.
Bir insan hınç duymuş, intikam yeminleri etmiş olabilir. Ama kendisine gücü denk birilerine bunları göstermesi ve karşılığını eşit koşullarda görmesi şartı ile bile kabullenilemez ise de daha bir anlaşılır durum söz konusu... Yoksa insanın hıncını kullanarak yaptıklarının sonucu, yalnızca egosunun tatmin naralarını işitmiş olmaktan ileri değil.
İnsanın hayatı hep çelişkilerle dolu. İnsan kendi yapay kişiliği içinde ne kadar güçsüz olduğunu anlamalı ve gerçek kimliğine açılan kapıyı aralamak ihtiyacını duymalı.
Birçok insanın hem derinliklerinde, hem de güncel yaşamında, belki de kendisini dahi bilmediği, tanımadığı, yüzleşmediği bir yığın ‘Kendinden bir başkasını yaşama’yı benimsemenin birikimleri olan ancak üstünü bir ikiyüzlülük örtüsü ve hatta kültür hilesi ile örttüğü bir yığın pisliğin, olumsuzluğun, açmazın yattığını görebiliriz.

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?”

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.
”O zaman,” der öğretmen, “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin.”

Öğrenciler bunu da yaparlar.

“Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!”

Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamamışlardır.

Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.

Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.”

Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.

Öğretmen, kendisine, “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar.”

Aradan bir hafta geçmiştir.

Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar; “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk.”
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
”Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.”
Hanri Benazus, İnsanı Tanıma Sanatı adlı kitabında “Kendinizle baş başa kalmaktan korkmayın. Çünkü o anda nasıl olsa sizi kandıracak hiçbir kimse olmayacaktır. Doğaldır ki kendinizden başkası...”
Bertrand Russell'e “Siz, bunca kültür birikiminizle, neden politika yaşamına girip, insanları aydınlatmıyorsunuz?” diye sormuşlar.

Filozofun yanıtı, “Ben yalan söylemesini bilmem.” olmuş. Yalanın en korkuncu, gerçeğe benzeyenidir, demiş bir bilge, haklı olarak.

 

 

 

 

KENDİN İÇİN BİRİNİ YARAT


“Kendin için birini yarat!” denseydi ne yapardınız, nasıl birini yaratırdınız?
Sanırım, hemen kusursuz birini yaratmak için işe koyulurdunuz.

Gerçekten çok güzel birini ister miydiniz? Kusursuzluğun bir tekdüzeliğe dönüşmesi çok kolaydır çünkü. Kusurlar bize daima keşfedilecek esrarlı bir alan sağlarlar, sarıldığımız kusurlu bir vücutta yalnızca bize ait, çekiciliği başkaları tarafından fark edilemeyecek, yalnızca bizim tarafımızdan sevilebilecek, benimseyip kendimizden bir parça haline getirebileceğimiz birçok ayrıntı bulabiliriz.
Kusursuz bir güzellik çok güzel tasarlanmış bir parkı hatırlatır bana hep kusurlarda ise bir ormanın loş bir gölgelikle saklanmış esrarengiz cazibesinin bulunduğunu sanırım.
Hiç ağlamayan, hiç kavga etmeyen, biraz önce söylediğinden arsız bir çocuk gülümsemesiyle vazgeçip tersini söylemeyen “Bugün işe gitme denize gidelim.” diye tutturmayan bir kadın ister miydiniz gerçekten?

Hiçbir çelişkisi olmayan, düz, akıllı, ani coşkulara ya da ani üzüntülere kapılmayan, bir kadınla geçirmek ister miydiniz hayatınızı?
Ya da çok akıllı, çok kibar, her kaprisinizi hep aynı olgun gülümseyişle karşılayan, öfkelenmeyen, düzeltebileceğiniz, eleştirebileceğiniz hiçbir yanı olmayan, hiç tembellik etmeyen, asla annesini özlemiş bir çocuk gibi bakmayan bir erkekle olmak ister miydiniz?
İyi biri olmasını isterdiniz herhalde. Kimse için kötülük düşünmeyen, övünmeyen, böbürlenmeyen, şımarıklık etmeyen, şiddet belirtisi göstermeyen, bencillik yapmayan, vefalı, yalan söylemeyen, dürüst, saygılı, sevgi dolu, masum, bir su gibi berrak ve temiz birini mi isterdiniz?

Hikâye bu ya, eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuş. Bakalım neler olacak diye gözlüyormuş... Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş.

Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor diye şikâyet ediyorlarmış.

Sonunda bir köylü çıkagelmiş. Saraya meyve ve sebze getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirmiş, iki eli ile kayaya sarılmış ve ıkına sıkına itmeye başlamış. Kan ter içinde kalmış ama sonunda, kayayı da yolun kenarına çekmiş. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış... Kese altın doluymuş. Bir de kralın notu varmış içinde... “Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.” diyormuş kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almış.
“Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.”
İster miydiniz gerçekten?
Sizi güven ve huzur içinde yaşatacak birini mi yaratırdınız? Eğer böyle birini istediğinizi, böyle birini yaratacağınızı söylüyorsanız, size, bugüne kadar sevdiğiniz insanları bir düşünmenizi,
önerebilirim.

Sanırım, Allah’ı muhteşem kılan, onun iyilik ve kötülük arasında tarafsız kalması, iyiliği yarattığı gibi kötülüğü de, kusursuzluğu yaratabildiği gibi kusuru da yaratabilmesidir.

Siz hiç sarrafın malını satmak için bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmaz.
Domatesçi, zerzevatçı bağırır, ama kuyumcu bağırmaz. Eskici bağırır, ama antikacı bağırmaz.
Düşünen bağırmaz. İnsan bağırırken düşünemez. Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir.

Soğuk bir kış sabahı sahilde bulunan küçük bir koydan bir balıkçı filosu denize açılmış. Öğleden sonra büyük bir fırtına kopmuş ve gece olduğunda balıkçı teknelerinden hiçbirisi limana dönememiş.

Bütün gece boyunca eşler, anneler, çocuklar ve sevgililer ellerini ovuşturup kaybolan sevdiklerini kurtarması için Allah’a yakararak rüzgâra açık kıyıda bir aşağı bir yukarı dolanmışlar. Bu berbat durumda bir de kulübelerden birinde yangın çıkmış, erkekler olmadığı için yangını söndürüp kulübeyi kurtarmak mümkün olmamış.

Ancak gün ışıdığında, herkesin sevinçle gördüğü gibi balıkçı teknelerinin tümü de sağlam olarak limana dönmüş. Fakat sahilde yine de mahzun bir kişi varmış. Bu kişi yangında evi kül olan adamın eşiymiş.

Kocası karaya çıkarken kadın şöyle bağırıyordu: “Aman Allah’ım, mahvolduk! Evimiz, içindeki her şeyle birlikte yangında kül oldu!”

Kadının kocası ise, kadını şaşırtan şu sözleri haykırmış: “O yangını verene şükürler olsun! Yanan kulübemizin ışığı sayesinde bütün tekneler yolunu buldu ve salimen limana döndük.”

Dilerim hepimiz, gönüllerimiz yanıp, kavrulmadan kendi gönül limanlarımızı buluruz.

 

 

 

AKLIMA GELENLER

 

Bir bilgeye sormuşlar :
“Bir insanın zekâsını nereden anlarsınız?”     

“Konuşmasından.” diye cevap vermiş.    

“Ya hiç konuşmazsa?” demişler,
Bilge cevaplamış, ”O kadar akıllı insan yoktur ki...”

Akıl yürütmek gerekli, ama yeterli değil.

Bir şeyi aklın anlaması ile duyguların anlaması farklı. Aklın kabulü, duyguların teslimini garanti etmiyor. Akıl, soruyu sormak ve cevabı bulmak için kullanılıyorsa, işte o zaman akıl yerinde.

Akıl ile öğrenmek yetmez, gönlün de kabulü gerek. Gönül tek başına savaşırsa, yenilebilir.

Aklı hem kullanır, hem de gönüle bağlarsa insan, hakikati hissedebilir. Gönül, kabulün yaşandığı yerdir. Maddî kalbin vücuda yaptığını, gönül ruha yapıyor.

Sadece aklımızla muhatap olduğumuzda, akıl parçalıyor. İkisini bir kıvamda buluşturmak için gönlü çalıştırmak gerek. Tanımadan sevemeyiz.

“Arabanın benzini ile ilgilenirim, yağı ile ilgilenmem.” diyemeyiz. “Bana gönül yeter, akıl önemli değil.” de diyemeyiz. Onun için, akıldan gelen şüphelerin kol gezdiği bu zamanda, tasavvuf tek başına yeten bir meslek değildir.

Gönlün galibiyeti, aklın galibiyetini de içerir. Aklın galibiyeti gönlün galibiyetini içermez.

İnsanoğlu doğduğunda yumuşak ve uyumludur, öldüğünde ise katı ve sert… 

Bitkiler ve hayvanlar yaşarken, yaşam suyuyla esnek, öldüklerinde ise kuru ve kırılgan… 

Bu yüzden katı ve sert olan ölümün yandaşıdır, yumuşak ve uyumlu olan ise yaşamın… 

Bu yüzdendir ki uyumlu olmayan bir ordu kazanamaz hiç bir savaşı ve en sert ağaç en hazır olandır biçilmeye alaşağı… 

Demek ki güçlü de olsa, sert olan adaydır düşmeye, ölçüyü kaçırmadan yumuşak ve ılımlı olan ise yükselmeye…

Johann Gottfried Herder'in Eleştiri ve Hiciv adlı yazısını, Yüksel Baypınar çevirmiş.
Eleştiri ve Hiciv yolda karşılaşmışlar, birbirlerini selamlamışlar, bu arada Hiciv Eleştiriye takılarak “Abla” diye hitap edince Eleştiri ona şöyle bir bakmış “Biz nereden akraba oluyoruz ki! Ben gerçeğin, iyinin ve güzelin yargıcıyım, ya sen?”
Hiciv, “Ben de öyleyim, hatta belki de bunu daha etkin biçimde yapan biriyim. Benim de görevim suçluları cezalandırmak, çarpıklıkları yazı ve yaşam biçimi olarak kamuoyunun alayına sunmak ve bu yolla bunları düzeltmektir.”
Eleştiri “Sus haddini bilmez! Sana azarlayıcı, dalgacı, alaycı denir, yargıç değil! Hem sana bu görevi kim verdi ki? Kimden aldın gücünü?”
Hiciv, “Sana da o gücü verenlerden, yani akıl ve gerçekten!”
Eleştiri, “Onu böyle ulu orta kullanasın diye mi? Hem senin çarpıklık, yakışık almayan davranış dediğin şeylerin gerçekten de böyle olduklarına dair kim kefil olur? Nerede suç aptallık, aptallık suç olmaktan çıkar ki? Sonra kişilerin kusurlarını insanların gözleri önüne sermek, uyarmak, alay etmek suretiyle, onların doğru yola yöneleceklerini ve iyileşebileceklerini mi sanıyorsun? Böylesi insanı tahrik eder, öfkelendirir. İnsanda iyileştirme yerine intikam alma duygusu uyandırır!”
Hiciv “Sen de kamu önünde yargılamaz mısın?”
Eleştiri “Ama inandırıcı nedenler, yerleşmiş deneylerle, her zaman tarafsız bir tutumla, yargının özüne uygun düşecek bir halde! Benim eleştirilerim isabet eder ve hastalığı iyileştirir, senin muzipliklerin ise yaralar ama asla iyileştirmez. Sen alaya alırsın, ben ise ders verir, soylu zevkleri ayakta tutarım.”

Sizin aklınıza uyan hangisi?

Gücünü akıldan alan Eleştiri mi? Hiciv mi?

 

 

 

İYİLİK VE VEFA


William Davis’in itibar ve karakter üzerine çok beğendiğim bir incelemesini sizlerle paylaşarak yazıma başlamak istiyorum.

Yazar diyor ki;

İtibarı, içinde yaşadığın ortam belirler, karakteri, inandığın doğrular.

İtibar sandığın şeydir, karakter olduğun şey.

İtibar fotoğraftır, karakter ise yüz...

İtibar dışardan gelir, karakter içerden.

İtibar, yeni bir topluluğa girdiğinde sahip olduğundur, karakter giderken elinde olan.

İtibarın bir anda olur, karakterin ömür boyunca oluşmaya devam eder.

İtibarın bir saatte öğrenilir, karakterin bir yılda açığa çıkmaz...

İtibar mantar gibi büyür, karakter sonsuza kadar sürer.

İtibar zengin veya fakir yapar, karakterse mutlu veya mutsuz...

İtibar insanların mezar taşına kazıdıklarıdır, karakter meleklerin Allah huzurunda senin için söyledikleridir.
Bence, yazarı okuduktan sonra, hepimizin kendimizi sorgulamamızda yarar var…

Hepimizin nasibine bir şeyler düşecek, kaynağını unuttuğum iyilik ve vefa üzerine yazılmış bir hikâyeyi hatırlayalım…

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmış. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta ama peşindeki avcıları bir türlü ekememekteymiş. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlamış. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmekteymiş.

Kurt adamın önüne çökmüş ve yalvarmaya başlamış: “Ey insan, ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.”

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açmış, kurda içine girmesini söylemiş. Çuvalın ağzını bağlamış, sırtına vurmuş ve yürümeye devam etmiş. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlamış. Avcılar, köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sormuşlar.

Köylü “Görmedim” demiş ve avcılar uzaklaşmışlar.

Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirmiş, ağzını açmış, kurdu dışarı salmış.

“Çok teşekkür ederim.” demiş kurt “Bana büyük bir iyilik yaptın.”

“Önemli değil.” demiş köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlamış.

“Bir dakika” diye seslenmiş kurt: “Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve  burada senden başka yiyecek bir şey yok.”

Köylü şaşırmış: “Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.” demiş.

“Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur.” demiş kurt. “Ben de kendi çıkarım için, senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.”

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç  kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar vermişler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkmış.

“Ne vefası” demiş kısrak “Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu.”

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlamışlar. “Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim.” demiş köpek “Yıllardır sadakatle  hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur.”

Kurt köylüye dönmüş “İşte gördün.” demiş.

Köylü de son bir çabayla “Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye.” diye cevap vermiş.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkmış. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatmışlar.

Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenmiş. “Her şeyi anladım da,” demiş tilki “Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?”

Kurt bir şeyler söylemiş, tilki inanmamış gibi yapmış: “Gözümle görmeden inanmam.”

İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret etmiş ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlamış.

Köylü eline bir taş almış ve “Beni yemeye kalktın ha, nankör yaratık.” diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklamış. Sonra tilkiye dönmüş, “Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın.” demiş. Tilki de “Benim için bir zevkti.” diye cevap vermiş.

O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılmış, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünüp ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürmüş. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürtmüş: “Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş...”

Şimdi hikâyede adı geçenlerden hangisi karakterli, hangisi itibarlı? Köylünün kürkü oldu. Nasrettin Hocamızın “Ye kürküm ye!” deyişini hatırladım da.
İyilik kavramıyla vefa kavramı yan yana durur. İyilik yapan, başka birisine dar anında yardımcı olan her kişi ister istemez karşıdan “vefa” bekler. Bu nedenle "”İyilik yap denize at.” deyişi kullanılır.

Karşılık beklenmiyor gibi davranılsa da, her iyiliğin bir şekilde geri döneceği düşünülür.
Yaptığımız iyiliklerin unutulmaması ve yapılan iyilikleri unutmamak dileğiyle...

 

 

 

 

KURBAN VE BAYRAM

 

Kurban denince, ilk aklımıza gelen kesilecek hayvandır. Lügat manasına gelince; Arapça kurb, yakınlık, yakın bulunmadan türeyen kurban kelimesi; Allah’a yaklaşma, sayılarak onun uğruna kesilen eti yenir hayvan, demektir.

Kur’anın Bakara 195, Al’i İmran 183, Maide 2, 27, 95, 97 ve Hac 32, 33, 36, 37, 28, 34 ve Kevser 1, 2 ayetlerinde geçer. Sevap işlevi dışında, işlenen bir günahın veya selamete kavuşmanın kefareti olarak kesilmesi ve fakirlere dağıtılması tavsiye edilir.

Hac sırasında kesilmesi ise, adet hükmündedir. Bazı ulemanın söylediği ve yaygın olarak bilindiği gibi vacip olmadığını söyleyenlerde vardır. Yani Müslümanlara emirle yerine getirilecek bir borç değildir. Bütün iyiliklerde olduğu gibi şüphesiz sevabı vardır.

Sevap kazanmanın başka yollarından bahsederken, akla ilk gelen sosyal adaletin tesis ve teminidir. Bu da toplumun refaha kavuşmasıyla mümkündür.

Tasavvuf erbabınca kurbanın anlamı, daha çok simgeseldir.

Nitekim Yunus bir İlahisinde şöyle diyor:

“İsmail’im Hak yoluna canımı kurban eylersem,

 Çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı neylerim.”

Kurban 10-11.000 yıl öncesinde bile varmış. Daha yakın zamana gelirsek, Sümer inançlarına göre Dumuzi ölen ve yeniden dirilen tanrı imiş. Bu temel efsanede aşk ve şehvet doğurganlığın, bereketin, bolluğun simgesi sayılmış. Sonbaharda ölüp, ilkbaharda yeniden dirilerek aşk ve bereket getirirmiş. Toprak su ile döllenip, suyun oğlu olan bitkileri doğuruyormuş. Dumuzi / Dammuz = Temmuz için kurban verilirmiş. Yılın en verimli ayı sayılan Temmuz da adını bu tanrıdan almış.

Eski zamanlarda zenginliğin ölçüsü hayvan sayısı imiş. Sıkça bahsedilen zekât ile de mal fazlalığının fakirlere verilmesi kastedilirmiş. O zaman verilecek mal fazlalığı hayvanmış, koçmuş, deve imiş, inekmiş. Bu döneme taşıdığımızda ise karşılığı para, altın, servet oluyor.

Kurban vermek ile kastedilen şimdiki mal varlığından, hiç olmazsa senede bir kere, servetin bir kısmının fakirlere dağıtılmasıdır.

Kurbanı, hırslardan, kötü düşüncelerden kurtulmak olarak da neden yorumlamayalım ki.

Bir zamanlar, insanların sayıp sevdiği iki dindar adam birlikte camiye girmişler. Adamlardan birisi, ayakkabılarını düzgün bir şekilde çiftleyip caminin dışında bırakmış. Diğeri ise onları alıp yanında caminin içine götürmüş.
Namazı beklerken onları gören diğer kişilerin arasında bir tartışma başlamış. Bu adamların hangisinin yaptığı daha hayırlı ve daha uygun diye.
”Eğer camiye yalınayak giriliyorsa, ayakkabıları dışarıda bırakmak daha iyi değil mi?” diye sormuş birisi.
”Peki, ama ayakkabılarını içeri götüren kişinin bu hareketiyle kendisine alçakgönüllülüğü hatırlattığını söyleyemez miyiz?” diye karşı çıkmış bir başkası.
Namaz kılınıp, o iki adam camiden çıktıktan sonra, daha önce bir sonuca ulaşamayan insanlar onlara ayakkabılarını dışarıda bırakmaları ya da içeri almalarıyla ilgili sorular sormuşlar.
Birinci adam şöyle demiş: “Ayakkabılarımı her zamanki nedenden ötürü dışarıda bıraktım. Eğer birisi onları çalmak isterse, nefsinin ve şeytanın kendisine emrettiği kötülüğe karşı koyması için ona fırsat vermek ve böylece sevap kazanmasına vesile olmak istedim.”
Bunu duyan insanlar son derece etkilenmişler. Daha sonra ikinci adamı dinlemişler.

O da: “Ayakkabılarımı camiye götürdüm, çünkü dışarıda bıraksaydım bu insanların onları çalmasına bir fırsat teşkil edecekti. Nefsine ve şeytana uyup çalan kişi günaha girecek ve ben de dolayısıyla bu günahta pay sahibi olacaktım.”
Dinleyenler onun bu sözlerinden de çok etkilenmişler ve davranışının ardındaki niyeti takdir etmişler.

Fakat topluluk içinde bulunan bilge bir adam dayanamayıp söze karışmış:
”Siz iki arkadaşı da, onlara hayranlık duyan diğerlerini de anlıyorum ve takdir ediyorum. Ama sizler bunlar üzerinde konuşurken, camiye hiç ayakkabısı olmayan bir mümin namaz kılmak için girdi. Siz ayakkabılar üzerine söz yarıştırırken, o adam namazını kılıp yine ayakkabısız olarak burayı terk etti. Ben de dâhil hepimizin dikkatimizi asıl o arkadaşımızın ayakkabı ihtiyacı üzerine vermemiz gerekmez miydi?”

Bayramlar hepimize kutlu olsun, dilerim öyle olsun…

 

 

 

YANLIŞLARIN DEĞİL, DOĞRULARIN TAKİPÇİSİ OLALIM

 

İnsanlığın oluşumu ile birlikte, barınma, tapınma ve ölülerini saklama gereksinimleri de ortaya çıkmış ve böylece mimarinin ilk yapıtları oluşmuş. Mimarlık bir yapı sanatı ve de bir nevi heykeldir. Bunun en somut örneğini 07 Temmuz 2007 yılında belirlenen dünyanın yeni 7 harikasının 6 tanesini mimari yapıtların oluşturması göstermektedir.

Ürdün’deki Petra Antik Kenti, Çin Seddi, Peru’daki Machu Picchu Antik Kenti, Meksika’daki Chichen İtza Piramidi, İtalya’nın Roma Kentindeki Kolezyum, Hindistan’daki Taç Mahal Anıt mezarı.

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük tasarımcılarından biri olan Frank Loyd Wright, mimarlığı, ‘İnsan hayatına biçim verme sanatı’ olarak tanımlar. Bir düşünelim, kimin hayatına? Tabiî ki de kullanıcının, yani müşterinin. Tabiidir ki her mesleğin kendine göre teknik kuralları ile zamanın ve teknolojinin yenilikleri, tasarımcının eğitimi ile edindiği kendi estetik tarzı göz ardı edilmeden, kullanıcının ihtiyaç, istek ve zevkleri doğrultusunda yapılan bir sanat olduğu unutulmamalıdır.

Bu anlatım ve tanımlama bazı insanlarda ve meslektaşlarımızda kavram kargaşasına neden oluyor. Ve çok önemli olup da sıklıkla göz ardı edilen estetik kavramının yanlış algılanması sonucu etik değerlerimizi yitiriyoruz. Bir yörenin doğa güzellikleri yanı sıra inşa edilmiş olan binalarının görsellikleri de çok önemlidir.

Kısaca ‘Estetik’ nedir? “Güzellik ve güzelliğin insan zihnindeki ve duygularındaki etkileridir.” diye açıklar Türkçe sözlük. Fransız düşünür Petit Robert (s.623) göre, “Doğada ve sanatta güzelin bilimi; güzelin kendine özgü kavranışıdır.”  Almanlar ise (Das Grosse Deutsche Wörterbuch, s.448) de estetiği şöyle açıklarlar; ”Özellikle doğada ve sanatta güzel olanın temellerini ve yasalarını kapsayan bilgi.”

Estetik ile ilgili yazılmış yüzlerce kitap ve bir o kadarda görüş vardır.

Bütün bu tanımlar; peşlerinde yüzlerce soru bırakarak geçici bir ilk tanıma Etienne Souriau ile varır; “Estetik, dönüşlü (Reflexive) düşüncenin bir biçimidir. Bir başka deyişle, insan aklının, kendisine bütün tapınakları, katedralleri, sarayları, heykelleri, resimleri, ezgileri, senfonileri ve bütün şiirleri yaratma olanağı veren kendi eylemi üzerinde durup düşünmesidir”. Her toplum kendi estetik değerlerini oluşturma potansiyeline sahiptir ve de yetiştiğimiz çevre, örf ve adetlerimiz, yöresel ve dinsel etkiler, her birimizde farklı değerler oluşturur. Birimizin beğendiğinden bir diğerimiz hoşlanmayabilir. Tabii bu arada en önemli husus karşılıklı mutabakatın sağlanması için farklı nitelik ve kültür altyapısının uzlaşmasını sağlayabilmektir, tabiidir ki olumlu yönde. Yoksa bilmeyenlerin mutabakatı işe yaramaz.

Aklıma bir Nasreddin Hoca hikâyesi geldi;

Bir gün Ahmet Efendi, Nasreddin Hocayı eşeğin önünde oturmuş kâğıda bir şeyler karalarken bulmuş.

“Ne yapıyorsun Nasreddin Hoca?” diye seslenmiş.
Hoca da; “Eşeğime SWOT analizi yapıyorum Ahmet Efendi”, demiş.
Ahmet Efendi “SWOT analizi nedir?” diye sorunca, Hoca anlatmış; “Eşeğimin güçlü, zayıf yönlerini ve kendisi için olan fırsatlarla tehlikeleri bu şekilde yazıyorum.”

Beriki “Peki sonra ne olacak?” diye sorunca, Nasreddin Hoca da; “Böylece iyi bir plan yapıp eşeğimi maksimum verimle çalıştırabileceğim.” demiş.
Bunun üzerine Ahmet Efendi “Bütün eşekler aynı değil mi, analize ne gerek var?” diye sormuş.
Nasreddin Hoca; “Öyle deme Ahmet Efendi,” demiş. “Mesela benimkini atlarla otlatınca daha bir şevkle çalışıyor. Kendini at sanması onun güçlü tarafı. Öğleden sonra bir de ineklerle otlatacağım. Belki sütünü bile içerim.” deyince, Ahmet efendi “Bekle hoca” demiş, “Benim eşeği kapıp geliyorum.”

Hoca bunu duyunca hemen atılmış;
”Aman Ahmet efendi, eşekleri bir araya getirmeyelim, eşek olduklarını anlıyorlar.”

Kıssadan hisse; Yanlışların değil, doğruların takipçisi olalım.

Dilerim öyle olur…

 

Ali Candan BÜYÜKÇELEN
1114 defa okundu5 puan aldı



SİZDEN BANA BENDEN SİZE23/07/2012 15:44:41

Bu sayfalardaki her türlü yazılı ve görsel materyalin fikri haklari Ali Candan Büyükçelen'e aittir, izinsiz kullanılamaz.

Şile Port - Şile,Ağva,Çevre Köyler
Hakkında Geniş ve Güncel Bilgi